Derin bir nefes alıp soruyorum sorumu. Alacağım cevabı biliyorum ve çok korkuyorum. Korku, neye yarar ki bu durumda?
“Yani kalmamı istemiyorsun.”
“Ne istediğimi bilmiyorum, hepsi bu.”
Hepsi bu.
Yutkunuyorum. Söylediklerini dinliyor ve yalnızca başımı sallıyorum. Evet, haklısın. Çok yoruldun. Söylediklerinin çoğuna cevap veremiyorum. Cevap vermeye çekiniyorum. Konuşursam sesim titrer, belki daha da fazlası olur; ağlarım. Ama ağlamamalıyım, sesim de titrememeli. O, bana elimden bir şey gelmeyeceğini anlatırken başka bir veda anını hatırlıyorum.
“Kendine gel, lütfen. Sen bu değilsin. Sen insanların vedalarına takılıp kalacak biri değilsin. Bundan korkacak biri değilsin.”
Neyim ki ben?
Söz vermiştim kendime. Hiçbir vedanın acısını yüreğimde taşımayacaktım. Korkumu içimde tutmak istedim. O konuşuyor, ben de onaylayıp duruyorum. İlk defa hissettiğim bir şeyi ondan saklıyorum. Acaba biliyor mu? İçimdeki korkuyu, lütfen gitme, diye elini sıkı sıkı tutmak istediğimi… Bir yudum su içip nihayet bir şey söyleyebiliyorum. Hem de sesim hiç titremeden: “Belki zaman sana iyi gelir.”
“Zaman her şeyi çözebilir mi?”
“Bilmem. Çok istersek olur.”
İçimdeki korku, daha da büyüyor. Zaman her şeyi çözebilir mi? Bilmiyorum, o kadar uzun yaşamadım ki ben. Zamanın silemediği tüm izleri düşünmeye başlıyorum tam o anda.
Zamanın silemediği tüm izler. Raif Efendi aklıma geliyor. Münire aklıma geliyor. Zaman onlara iyi gelmedi ki.
Kötü düşünmekten vazgeçtim. Bir yudum su daha ve alelade ağzımdan dökülüveren birkaç cümle:
“Geçmişi değiştiremem. Çok isterim ama gücüm yetmez, biliyorsun. Ama gelecek için pek çok şey gelebilir elimizden.”
Bunun bir anlamı olmadığını söylüyor.
Demek, ne dün vardı, ne yarın! Mazi bir hayal, ati bir hülya idi ve insan ömrü hep bu kısacık anlardan ve belki sadece tek bir andan ibaretti.
Bardağımdaki suyu bitiriyorum. İçimde bir yangın var. Söylemek istediğim onca cümlenin ağırlığı var. Söylemek ne işe yarayacak ki? Yarasa bugüne kadar yarardı. Geçen yılları hatırlıyorum. İlk defa bu noktaya geliyoruz. İlk defa benden uzak olmanın ona iyi geleceğini düşünüyor. Belki de iyi gelir, belki de gidişler hep o gidiştir. Bilemiyorum. Bir şeyleri bilemememin getirdiği bu noktada yine bilemeyişin acısı kavuruyor içimi.
Sonrası klasik; kadere atılan bir yükün ardından gelen kendine iyi bak‘lar, görüşmek üzere’ler… Geleceğin bilinmezliği üzerine birkaç son söz daha; ve kapanış. İşte gidiyor. Üç adım, beş adım, çok adım. Saymayı bırakıyorum, kafam karışıyor. Arkamı dönüyorum. “Şu köşebaşına kadar dayan.” diyorum kendime. Köşeyi dönene kadar tek damla yaş akmıyor gözlerimden. Adımlarım birbirine dolanmıyor. Köşebaşına ulaşana kadar yol uzadıkça uzuyor.
Nefes al. Sakin ol. Nefes al.
Nihayet ulaşıyorum köşebaşına. Komik geliyor halim. Ne oldu yani köşebaşına kadar dayanınca?
Saçmalık. Bütün bunların hepsi saçmalık. Ömür boyu şartlıyoruz kendimizi, şuraya kadar dayan, oraya kadar dayan… Köşebaşlarının hiçbiri bir derde derman olmuyor oysaki. Köşebaşlarının hiçbirinin zamanı geri alma gücü yok. Zaman akıyor. Alabildiğine akıp gidiyor. Hem de öyle acımasız gidiyor ki bazen giderken parça parça seni de götürüyor. Ne gelecek ne şimdi, geçmişi affetmiyor.