“Sakladım gözlerimi o gece ben senden, o gece ben senden…”
Işıl German’ın yumuşak sesindeki acıyı tam kalbimin ortasında hissediyorum. Eski bir radyonun cızırtısı bile bozamıyor sesinin yumuşaklığını. Geçen arabaları sayarken Zeynep geliyor, elinde iki tane kupayla: “Kahve yaptım. İçimiz ısınsın.” Teşekkür edip alıyorum kahvemi. Kasım ayına göre fazla soğuk bir akşamüstünde, Zeynep’in balkonunda oturuyoruz. Rüzgar esiyor, soğuk içimize işliyor ama hiç itirazımız yok bu soğuğa.
“Veda ederken…”
Sağıma bakınca, Zeynep’in uçuşan saçlarını görüyorum. Bir elinde kahvesini tutuyor, diğer eliyle kısacık saçlarını zapt etmeye çalışıyor. Bu hali çok güzel görünüyor gözüme. Sonra kocaman bir yudum alıyor kahvesinden. Bu büyük yudum, birazdan lafa gireceğinin habercisi.
“İçim bir kasvetli şu sıralar. Neden bilmiyorum. Ben hiç üzülemedim ki. Yani fırsatım olmadı hiç; zamanla da alışkanlık oldu ‘Aman ya, geçer herhalde.’ deyip üzülmüyormuş gibi yapmak.”
Konuşurken fazla heyecanlı görünüyor Zeynep. Oysa hiç heyecanlı değil. Hızlı hızlı konuşuyor; söylediklerini bir an önce içinden atmak ister gibi bi’ hali var. Sanki zamanı hızlandırıyor. Bu hızlı cümlelerin arkasında bir o kadar da dinginlik var. Sakince geçmek istiyor bu zamanları. Sakince, bir an önce geçip gitsin istenilen zamanlar bu zamanlar.
“Anladım ki dönüş yok uzaklaşıp giderken…”
Son yudumunu alıp masaya bırakıyor kahvesini. Zaman zaman o konuşuyor, zaman zaman Işıl German’ı dinliyoruz sadece. Üzülemediği zamanları anlatıyor. Üzülemediği her günün sıkıntısı çökmüş sanki içine. Sonra bana dönüyor. Seçemediğim kelimelerle nasıl olduğumu, ne yapacağımı soruyor bana.
“Kurtar Allah’ım beni bu aşkın kederinden…”
“Bilmiyorum ki. Sekizinci gün bitti bugün, tek bir dakika bile bu soruların cevabını bulamadım. Cevabını bulamadığım tek soru da bunlar değil zaten. Kendi kendime; kendimin, geçmişimin hesabını veremiyorum. Oysa o günleri yaşayan bendim. Bütün o pişmanlıkların tek sorumlusu bendim. Şimdi soruyorum kendime: Neden yaptın bunları, neden daha erken dönmedin, neden oturup da düşünmedin ben ne yapıyorum diye? Fırsatın varken neden peşine düşmedim? En başında bu yola neden girdim ben?
Affedemiyorum kendimi Zeynep. Zaman geçtikçe, açtığım yaralar derinleşiyor. Çok istiyorum ama gidip de o pişman olduğum günleri yeniden yaşayamıyorum. Bu pişmanlık kemiriyor içimi. O kadar yabancılaşıyorum ki kendime. Bazen bu sorgulardan sağ çıkamayacakmışım gibime geliyor. Unutmuyorum, unutamıyorum. İşte tam da bu noktada, her şeyi bu noktaya taşıyan kişinin ben olduğumu da düşününce, ona hiç kızamıyorum. Ben yaptım çünkü, ben tükettim her şeyi. Bir kez bile böyle olsun istememiştim ama mevcut durumda bunun ne anlamı var ki? Sonuca bakıyorum da toparlamak ne kadar zor. Oysa biliyorsun, ufacık bir ihtimalin arkasında tüm ömrümü harcayabilirdim. Tam da beni affetti sanmışken…
Geçmişe bakınca çok net görüyorum; güzel olan ne çok şeyi mahvetmişim ben. En kötü günlerde bile hiç gidemezdik. Bir çıkış yolu arardık birlikte. Bütün yollar, birbirimizden geçerdi. Elimizden hiçbir şey gelmiyorsa da hayal kurardık. Hayal kurmak hep iyi gelirdi. Artık hayal kurmak canımı acıtıyor biliyor musun? Kocaman bir belirsizliğin ortasında, yolumu bulabilmem için yanacak tek bir ışığı beklerken hayal kurmak çok can yakıyor. Neyin hayali bu? Buna bile hakkım yokmuş gibi geliyor.
Her şey çok farklı, çok başka olabilirdi. Hayatım şu an büsbütün başka bir yerde olabilirdi ama yapamadım. Olduramadım. Üstelik yapabilirdim ama yapamadım. Meğer ne çok kaybetmişim kendimi; hâlâ bulamıyorum. Aylar geçti. Sorduğum tek bir sorunun bile cevabı yok. Yok işte Zeynep. Hâlâ çok istiyorum ama beceremiyorum. Ben bile kendimi affedemiyorken başkasından beni affetmesini beklemek de çok büyük bencillik gibi geliyor. Ama vazgeçemiyorum da bir kez daha yapamamış olmak yüzünden mahvolmak, mahvetmek istemiyorum. Biliyorum, zaman geriye dönmüyor. Bir kez daha yaşayamıyoruz. Elimden beklemekten başka hiçbir şey de gelmiyor. Çekip gitmek desen, aklıma gelmiyor bile. Bazen insana gitmek için onlarca sebep yetmezken kalmak için tek bir sebep yetiyor. Ne tuhaf değil mi? Öyle, çok tuhaf.”
Gidişin, bana kesilebilecek en ağır cezaydı. Varlığını hiç hak etmeyen şahsıma verilebilecek en yakışır ceza, elbette yokluğun olurdu.
“Geriye ne kaldı ki şimdi eski günlerden
Kurtar Allah’ım beni bu aşkın kederinden”
Şarkı: Işıl German-Aşkın Kederi