Kaçıncı kahvemi içiyorum, kaçıncı sigaramı yaktım, radyodaki şarkı ne ara değişti, kaçıncı silişimin peşine yazıyorum? Bedenim burada, her günümün geçtiği masamın başında. Ama ruhum, sanki bedenime bir ihanet gibi öyle uzaklarda ki. Belki kilometrelerce, belki günlerce ötede. Yine bir anıdayım; başka bir mekanda, başka bir zamanda. Bedenimin ortalıkta öylesine ölü gibi dolaşmasına aldırmıyor artık kimse. Sorulan sorulara verdiğim cevapları bilmiyorum, gelişen olaylara gösterdiğim tepkileri de, üzüleceğim olaylara gülüşümün; güleceğim durumlara üzülmemin sebebini en az sizler kadar bilmiyorum. Sizler kimsiniz, onu da bilmiyorum aslında.
Hani bazen olur ya, olur ya işte… Ne bileyim? İsim koyamıyorum buna, çok garip bir his bu. Ama eminim, tanıdıktır bu duygu her insana. Sıkıntı mıdır, huzursuzluk mu? Veyahut farkındalık gibi bir şey mi? Midenize bir yumru oturur, kalır orada öylece. Yemekten kesilirsiniz, uyumak delilik gibi gelir. ”Tamam.” demek istersiniz her şeye, bağırırlar susarsınız, sarılırlar; ellerinizi kaldırmaya hâliniz yoktur. Bir temiz hava almak istersiniz, dizlerinizde derman; bağırıp çağırmak istersiniz, konuşacak hâl kalmamıştır. Hani, hani birini kaybedince… Tıpkı o duygular ama tek bir fark! Kaybedilen, kendiniz.
Diyorum ya, kaybettim kendimi. Bir bulabilsem ruhumu, bırakmam asla. Ama terk etti, ihanet kırbacını vurdu bana. Yetinememek mi bu acaba? Söyle Sezen Abla; yetinmeyi bilmiyor muyum, bana verdiği kadarıyla hayatın? Ama ben ne yapayım, bu ruhsuz bedenimle? İçimde öyle bir savaş veriyorum ki her türlü kaybedeceğim bir savaş bu. Ya da her türlü kazanacağım mı? Bilmiyorum işte, bilmiyorum! Ne çok soru birikiyor tek bir hayatta, ne çok cevapsız soru… Ne çok keşke bırakmışım geçmişime ve belki demelerle donatıyorum geleceğimi. Belki de ruhumun bundandır terk edişi şu anı çok gördü bana. Başıboş bıraktı bedenimi ve geziniyor geçmişte. İyi bildiğim tek şey bu belki, ruhum geleceğin umut kırıntılarında değil; kesinlikle değil! Geçmişte, bir yerlerde, belki güzel bir çocukluk anısında… Belki bisiklet sürdüğüm ilk güne hapsetti kendini, sürekli başa sarıyor aynı günü. Çünkü belki o gün bisiklet sürerken ilk kez o kadar heyecanlandığımdandır. Belki, günün sonunda düşüp dizimi yaraladığımda ilk kez canım o denli acıdığındandır. Belki… Kim bilir?
Acılar mı bizi biz yapıyor, yoksa ufak tefek mutluluklar mı? Hangi ilkler daha önemli ki hayatta? Dondurmadan bedava çubuğunu ilk kez bulmak mı, ilk kaybediş mi? İlk kez aileyle piknik yapmak mı, ilk kavga mı? İlk kazanç mı, ilk bankta sabahlayış mı? İlk mutluluklar belki en umutsuz anlarda dayanak olabilir. Fiziksel değil ama ruhsal olarak çöküntü yaşadığımız dönemlerde, ruhumuzun terk edip gittiği anılar; mutlu olanlardır. Ama bilhassa insanı insan yapan, acıları değil midir? İnsan ölüme ilk şahit olmasıyla anlamaz mı yaşamın değerini? İnsan ilk sevdiği terk ettiğinde öğrenmez mi, aile hariç herkesin terk edeceğini? İnsan yediği ilk dost kazığında, sırtından ilk bıçaklandığında, ilk yüzüne gülenlerin arkasından laf söylemelerinde… Anlamaz mı ”insan, insan” diye direttikleri bu mahlukun değerinin; menfaati kadar olduğunu?
Ruhum terk etti beni, şimdi belki de asla terk edemeyecek biriyle güzel bir anımdadır. Asla kirlenmeyecek, her zaman güzel kalacak bir anıdadır. İlk arkadaşımla, hatırladığım ilk anılarda geziniyordur. Beni ayakta tutan budur belki, o anıların varlığıdır. Ama bana bütün bu güzel anılarda eşlik eden insanın öldüğü gün… Ruhumu asla iyileştiremeyecek tek anıdır bu, asla uğramayacağı tek anıdır. Ama elbet, beni ben yapan da o anıdır. Mutluluklar destek, acılar köstek…