Pencereden sızan kurşuni gökyüzünün rengiyle karışmış cılız güneş ışığı yeni günün haberini veriyordu. İstemeyerek de olsa yatağından kalktı, okula gitmek için hazırlandı. Hava kapalı görünüyordu, yağmur yağacaktı belli ki.
Evden çıktığında tahmin ettiği gibi damlalar birer birer süzülmeye başlamıştı gökyüzünden, toprakla buluşur buluşmaz ortaya çıkan o mis koku biraz olsun keyfini yerine getirmişti. Başını gökyüzüne doğru kaldırdı, yağmur yüzünü hafifçe okşarken hiç sevmediği griye artık alışmaya başladığını düşündü.
Kafasını öne eğip yavaş adımlarla, yağmur damlalarının kendisini ıslatmasına izin vererek yürüdü ve servise bineceği yere gitti. Her zamanki gibi kimseyle konuşmadan okuluna gidecekti, onun için olağan bir durumdu. Yapmacık gülücükler eşliğinde verilen selamlar, zoraki söylenen “Günaydın”lar ya da samimiyetsiz “dostluklar” ona göre değildi, sessizliği daha çok seviyordu, böylece diğer insanların ondan beklentisi olmayacaktı. Yalnızlık gerçek bir dosttu, onu hiçbir zaman bırakmadı ve biliyordu ki bırakmayacaktı da.
Sessizce sınıfa girdiğinde birkaç tanıdık göz ona doğru çevrildi ve aynı hızla geri çekildi. Aynı sessizlikle bir köşeye oturdu, dersin başlamasına 15 dakika vardı, kafasını sıraya koydu ve beklemeye başladı.
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyordu, tok bir sesin “Günaydın” deyişini duydu. Kafasını kaldırdığında bir çift gülen gözle karşılaştı, hayır yüzü gülmüyordu ama gözlerindeki ışık etrafı aydınlatıyordu sanki. Şaşırdı, bir süre baktı ve bir şey demeden tekrar kafasını sıraya koydu. Karşıdaki vazgeçmemiş olacak ki tekrar bir hamle yaptı:
– Hastasın sanırım.
Yine cevap yoktu. İçinden “Ne zaman vazgeçecek?” diye düşünmeye başladı. Bu sırada ders başlamıştı. Sanki boynunun üzerindeki ağır bir taşmış gibi hissettiği başını zorlukla kaldırdı ve yine ışık dolu gözler karşısındaydı. Hayatında ilk kez bu kadar sıcak ve samimi bakışlar görüyordu. Samimiyete inanmazdı, insanların iyi olabileceğine dair zerre inancı yoktu ama o gözlere baktıkça içini kaplayan sıcaklığı ve huzuru da görmezden gelmesi imkânsızdı.
O gözler, çok eskilerde kalmış, yüreğinin derinliklerine gömülmüş ve en son çocukluğunda duymuş olduğu sevinçleri anımsattı. Bir şey vardı bakışlarında, tarif etmesi zor olan bir histi… Ona baktıkça hissettiği kışın dışarıda saatlerce kar topu oynayan ve elleri buz kesen çocuğun eve gelip ısındıktan sonra hissettiği huzurdu bu. Yıllar önce buz tutmuş kalbi erimeye mi başlamıştı? Dehşete düştü, bir anlık afallamadan sonra kendine geldi. Yıllardır özenle inşa ettiği duvarı bir çift göz uğruna yıkmayacaktı, her zamanki hissiz yüz ifadesiyle önüne döndü.
Kendine ve dostuna ihanet edemezdi. Neredeyse canlanan hislerini tek bir hamleyle yeniden etkisiz hâle getirdi, çünkü olması gereken buydu. Ders biter bitmez ondan beklenmeyecek bir hızla sınıftan çıktı ve kendini dışarı attı. Yağmur şiddetini arttırmıştı, biraz üşümek ona iyi gelecekti zira içindeki bu sıcaklık hissine alışık değildi. Yüzünü ıslatan damlaların arasına karışan gözyaşları eşliğinde uzunca yürüdü, hissettiklerine anlam veremedi. Neden ağlıyordu? Neden içini kaplayan huzur yakıcı bir aleve dönüşmüştü? Uzun zamandır hissetmiyordu. Sevinç, üzüntü, acı… Bunun için çok çaba sarf etmişti. Şimdi bir çift göz her şeyi nasıl yerle bir etti? Bunları düşünürken bir anda boğazında düğümlenen hıçkırığı tutamadı ve kana kana ağlamaya başladı. Ne kadar çok bastırmıştı duygularını, ne kadar uzaklaşmıştı insani hislerden? Yağmurun eşliğinde içinden geldiğince ağladı, ağladı, ağladı…
Eve geldiğinde garip bir şekilde rahatlamış hissetti. Muhtemelen bir daha olmayacaktı bu. Kendine söz verdi, kadim dostunu bırakmayacak ve bir daha o gözlere bakmayacaktı…