fbpx

 << Vuslat-I Okumak için tıklayın.

Ayrılamadım bir süre oradan. Mıhlanmıştım adeta oturduğum yere. Güneş gitmişti, çalan şarkı yerini bir başkasına bırakmıştı, zaman kimseyi beklemeden akıp gidiyordu. Ben ise bir ağacın altında oturmaya devam ediyordum. Yoktu bir sebebi. Yine Güneş’imi düşünmüştüm, yine güneşe veda etmiştim ve nihayetinde yine bir başımaydım. Yine yalnızdım. Onca düşünceyle savaşmak öyle kolay olmuyordu işte. İçimde bir şeyler kopuyordu ve ben tutamıyordum, engel olamıyordum. Güçsüz hissetmekten bitap düşmüştüm. Şu yeryüzünde gücümün yettiği tek bir şey bile olmamıştı. Sahi, ne işe yarıyordum ki ben? Her gün, batan güneşe veda etmeye geliyordum. Bırakamıyordum vedalaşmayı. Bırakamıyordum işte.

Gerçi vedalar ne zaman kolay olmuştu ki şimdi olacaktı? Sevdiğin birinden ayrı düşmeden hemen önce son defa görüşmenin verdiği sızıyla kim başa çıkabilmişti de ben çıkabilecektim? Çok karmaşıktı her şey ve benim çözmek için takatim kalmamıştı. Öylece duruyordum yerimde dakikalardır. Sonra bir sesle irkildim.

”Selamünaleyküm. Hayrola, ne işin var burada?”

O ıssız tepede bu sesi duymanın verdiği şokla başımı çevirdim. Ahmet amcaydı gelen. Bizim mahalleden, henüz 60 yaşlarında olan kendi halinde bir adam… Kulaklıklarımı çıkardım aceleyle.

”Aleykümselam, Ahmet amca. Biraz hava almaya çıkmıştım. Buyur, otur istersen.”

Buyur ettiğim yer otların olduğu bir yerdi ama daha iyisini sunamazdım o an. Muhtemelen o da beklemiyordu zaten. Biraz zorlanarak da olsa oturdu yanıma. İkimizin de yüzü karşıdaki dağa dönüktü. Bir süre anlamsız ama bir o kadar da anlamlı bir sessizlik kapladı etrafımızı. Nihayetinde Ahmet amca bozdu bu sessizliği.
”Ben senin yaşlarındayken…”

”Hah!” dedim içimden o an. Kesin o da diğer yaşlılar gibi ”Çok çalışırdım, çok zorluk çektim.” diyecek, şişirecek başımı. Bir de maddi sıkıntılardan bahseder, uzattıkça uzatır. Ama öyle olmadı. Ahmet amca, o cümleyi öyle bir tamamladı ki içimde bastırmaya çalıştığım her his ve her düşünce aniden patlamaya hazır bir volkana dönüştü.

Ben senin yaşlarındayken çok aşıktım.

Büyük bir şaşkınlık içindeydim. Bu yüzüme de yansımış olmalı ki Ahmet amca gülümsedi. Bizim hiç muhabbetimiz olmamıştı o güne dek. Aynı mahalleden olduğumuzu bilirdik, görünce selamlaşırdık, bazen namazlarda aynı safta yer alırdık ama daha önce hiç oturup konuşmamıştık. Henüz ilk seferde böyle yüreğini sermesi garibime gitmişti ama bozuntuya vermedim. Sözlerini devam ettirmek istediğini anlayınca yönümü hafifçe ona çevirdim ve dinlemeye koyuldum.

”Aslında aşkın en güzel olduğu yaşlar da bunlardır. Kanın deli akar, kalbin de bir daha hiç bu zamanlardaki gibi hızlı ve şiddetli atmaz. Selma’ydı benim aşık olduğum kızın ismi. Öyle güzeldi ki kimi zaman karşısına oturup uzun uzun seyretmek isterdim. Tabii, yakınından geçerken bile elim ayağıma dolaşırdı. Yani izlemek falan uçuk hayallerdi benim için. Hoş, gözümü her kapattığımda yüzü düşerdi hatırıma. O siyah dünyama güneş gibi doğardı yüzü. Ne kadar zaman geçerdi bilmem. Sarhoş ederdi beni güzelliğiyle, uyur kalırdım bir köşede.”

Ahmet amca, bilmeden kalbimdeki yaraya basmıştı az önce. ”Güneş gibi” demişti. Bilseydi benim Güneş’imi, anlar mıydı acaba halimden? Emin olamamıştım o an. Dinlemeye devam ettim.

”5 çocuklu bir ailenin en büyüğüydü. Ben de o köydeki en fakir ailenin en büyük çocuğuydum. Abartmıyorum ha! Gerçekten de fakirdik. Bazen kuru ekmekle karnımızı doyurur, açlığımızı düşünmeden uyumaya çalışırdık. Öyle bir fakirlikti işte. Benim babam, ben Selma’yı görmeden birkaç sene evvel vefat etti. O gidince anama ve kardeşlerime bakmak bana düştü. Çok ağır işlerde çalışırdım sırf para getirebilmek için. Ama şerefim üzerine yemin ederim ki köye gelip Selma’yı gördüğüm an geçerdi tüm yorgunluğum. Bazen çöp atmaya çıkmış olurdu, bazen de komşudan eve dönüyor olurdu. Uzaktan da olsa görürdüm ya onu, dünyalar da benim olurdu.

Ben Selma’yı çok saf duygularla sevdim. Tüm kalbimle, tüm benliğimle sevdim. Söyledim anama bir gün. İsteyelim, dedim. Köydeki büyükler girdi araya. Babam yoktu ya, bir büyüğün gelmesi gerekiyormuş. İstediler Selma’yı bana. Başta sıcak bakmadı ailesi. Hele de babası… Hiç sevmedi beni. Çok düşkünmüş kızına, düşman oldu ben onu sevince. Annesi, babası gibi davranmadı bana. Sevmişti beni, kızını da uygun gördü bana. Nasıl oldu, neler yaşandı bilmem ama verdiler Selma’yı nihayetinde. Bir de babası düğün yaptı bize. Sonra bizim eve getirdim Selma’yı. Anam niyeyse sevmedi hiç. Sonra Selma babasına ne dedi bilmem ama babası iki katlı evlerinin tekini verdi bize. Onlara yakın bir yerde yaşamaya başladık. Ben aldığım paranın yarısını da anama yollardım. Bir zaman sonra, evdeki diğer çocuklar da işe girince elimi çektim biraz da olsa.

Tüm odağım Selma’ydı. Evlenmiştik, evet ama hala utanıyordum yüzüne bakmaya. O da benden çekinirdi başlarda. İki yabancı gibi yaşadık bir süre aynı evin içinde. Gece aynı yastığa baş koyup sabah aynı sofraya oturup da iki kelam edemezdik. Amma bu hep böyle gitmedi tabii. O da bana aşık oldu. Hiç söylemedi ama bilirdim ben. Ben yorgun argın eve gelip bir köşede dinlenmeye çalışırken uyuyakalırdım çoğu zaman. O da ayaklarım üşümesin diye çoraplarımı giydirirdi. Aşık olmasa yapar mıydı bunu? Vazifesi olduğundan da yapmazdı ha! Ben, hiçbir zaman ondan bir şey yapmasını beklemedim. Önüme getirdiği yemeği bile utana sıkıla yerdim, onu yorduğum için üzülürdüm. Öyle çok sevdim işte. O da beni sevmiş olmalı ki bir gün bile sitem etmedi bana.

Huzur içinde yaşadık uzunca bir süre. İki kızımız oldu. İkisini de gözüm gibi sakındım. Selma’ya benzerdi büyük olan. Küçüğü de anama… İki ciğerim gibilerdi. Sonra bir de oğlumuz oldu. Ama nasıl haylaz, bir görsen! İndirmedik kapı pencere bırakmadıydı köyde. Yine de evlat işte, kızamıyorsun öyle çok. ”Yapma, etme!” derdik ama nafile. Yani demem o ki çok mutluyduk. Ama sonra hayat şartları beni onların uzağına fırlattı. Kazandığım para yetmemeye başlayınca yaptığım işi bıraktım ve Selma’nın babasının aracılığıyla Arabistan’a gittim.”

Hikayenin bu kısmında oldukça dertlenmişti, Ahmet amca. Cebinden kendi sardığı sigarayı ve çakmağını çıkardı. Bana da uzattı ancak reddettim. İki dudağının arasına sıkıştırdığı sigaraya aldırmadan konuşmaya devam etti.

”Orada inşaatlarda çalıştım, sırf aileme daha iyi şartlar sunabilmek için canımı dişime taktım. Hiç bilmediğim bir memlekette, zerre bilmediğim bir dile rağmen çalıştım yıllar boyu. Ben giderken Selma hamileymiş, sonradan öğrendim. Bir oğlumuz daha oldu. Ardımda gözü yaşlı bir Selma ve dört çocuk bıraktım. Her gün, onca saat çalıştıktan sonra köşeme çekilir, elimdeki fotoğraflarını izlerdim. Hele de Selma… Gözlerimi ayıramazdım ondan. Yine, hep olduğu gibi, Selma alırdı tüm yorgunluğumu. İnşaatlarda çok ağır şartlarda çalışmak ağrıma gitmezdi de onlardan uzakta olmayı kaldıramazdım. Ben, evlatlarımın hiçbir şeyini göremedim. Büyüdüler, ben orada yoktum. Okula başladılar, yine orada değildim. Hiçbir şeylerine şahit olamadım. Sırf daha iyi yaşasınlar, eksik kalmasınlar diye elimden geleni yaptım ama en önemli şeyi unutmuşum. Sevgime ve varlığıma daha çok ihtiyaçları vardı o zaman. Bilemedim işte. Cahildim, bilemedim, kestiremedim olacakları.”

Ağlamaya başladı Ahmet amca. İçli içli ağladı bir süre. Elimi omzuna koydum belki daha iyi hisseder diye. Hiç olmazsa yalnız hissetmesin diye… Sessiz sessiz ağlamaya devam etti. Sonra toparlandı aniden. Gözyaşlarını sildi elleriyle. Nasır tutmuştu Ahmet amcanın elleri. Görebiliyordum. Sigarasının izmaritini tuttuğu o eli, çektiği tüm çileyi anlatıyordu. Adeta resmedilmişti. Devam etti anlatmaya, ben de dinlemeye.

”Yıllar sonra döndüm evime. Selma hâlâ çok güzeldi, hâlâ çok aşık olduğum o kadındı. Kızlarım büyüyüp serpilmişti. Küçük oğlum, bir süre alışamadı bana. Evladım tanımıyordu beni. Kafamı taşlara vurasım gelirdi her defasında. Pişmandım ama faydası yoktu. Selma çok yorulmuştu ben yokken. Dört çocuk yetiştirmişti bir başına. Ailesi yanındaydı elbette ama görebiliyordum çektiği zorlukları gözlerinde. Tuttum ellerinden, ‘Geldim Selma’m.’ dedim. Ağlaştık o gece. Ben gurbette, o bir başına… Ömrümüzün en güzel yıllarında bir kara sevdaya tutulup ayrı düşmüştük. Başa çıktığımız şeylerin haddi hesabı yoktu. Bitmiyordu anlatmakla. Biz o gece, sabaha kadar susup sadece ağladık. Ertesi sabah Selma kahvaltı hazırladı, ben çocuklarla ilgilendim. Sanki dün gece onca senenin tükenmişliğiyle ağlamamışız gibi devam ettik her şeye. Kızlarım evlendi. Büyüğünü memur bir delikanlıyla, diğerini de bir fabrika işçisiyle everdik. Canım gitti onları verirken ama gıkımı çıkaramadım. Anneleri büyütmüştü bir başına. O ne derse ‘Tamam Selma’m.’ dedim çünkü hakkım yoktu fazlasına. Büyük oğlanı da everdik. Kaldık evimizde 3 kişi.”

Ahmet amcanın sesi titriyordu. Kim bilir, ne kadar zamandır içinde tutuyordu bunca şeyi. Yaptığı fedakarlıkları, katlandığı şeyleri, çektiği acıları görmezden gelip Selma’sına üzülüyordu bir tek. Sahiden, ne güzel seviyordu Ahmet amca. Sesinde en ufak bir sitem tanesi bile yoktu. O kadar sene, sevdiklerinden uzakta, hiç bilmediği bir yerde çalışmıştı da şimdi bile tek kelime edip şikayet etmiyordu. Bir sigara daha yaktı. Bir süre gözü uzaklara daldı. Ardından irkilerek kendisine geldi, kaldığı yerden devam etti içime işleyen sesiyle.

”Her şey ondan sonra başladı zaten. Kanser oldu, Selma. Hep benim yüzümden, biliyorum. Çok yalnız bıraktım onu. Duramadım yanında, kalamadım. Tek başına kaldı dört çocukla. Keyfimden gitmedim tabii ama suçluyum işte. Öğrendikten sonra daha da üstüne titremeye başladım. Çok istedim benimle kalmasını. Çok istedim ayrı düştüğümüz zamanları telafi edebilmeyi. Canımı verebilecek kadar çok istedim. Selma iyileşmeye çok yakındı aslında. Sonra ne oldu, nasıl oldu bilmiyorum. Tümör beynine sıçradı. Dayanamadı, Selma. Kaldıramadı. Yapamadı. Gitti.”

Sarsılarak ağlamaya başlamıştı, Ahmet amca. Öyle titriyordu ki biriken her şeyi o an kustuğunu hissedebiliyordum. Hıçkıra hıçkıra, küçük bir çocuk gibi ağlıyordu. Ne yapacağımı bilemiyordum. Elimi omzuna koydum yine. Hafifçe sıktım, destek olduğumu hissettirmek istercesine. Fayda etmedi. Ahmet amca o gün, orada ne kadar ağladı, kestiremiyorum. Öyle çoktu ki kıyafetine damlayan gözyaşları hatırı sayılır bir ıslaklık yaratmıştı. Tek kelime etmedim. Edemedim. Dilim tutuldu sanki de. İzledim sadece. Kalbim eziliyordu bu görüntü karşısında. Bir süre sonra sakinleşti Ahmet amca. Bir sigara daha yaktı, sözlerini devam ettirdi.

”Kendi ellerimle toprağa verdim Selma’yı. O gün, herkes için çok zordu ama en çok bana zordu, biliyor musun? Çünkü o cenazeden sonra herkes bir şekilde hayatına devam etti de ben edemedim. Küçük oğlum da evlendi, gitti. Herkes kendi evine döndü. Ben de her gittiğimde Selma’yı gördüğüm o eve döndüm ama Selma yoktu. Yoktu. Bir daha hiç olmayacaktı. Uzun bir süre, o evin duvarları boğdu beni. Yapamadım ben, Selma olmadan. İki koca sene geçti onsuz. Ama bak, sana yemin ederim ki ben bir an bile çıkaramadım onu aklımdan. Çok pişmanım her şey için. Şimdiki aklımla o zaman dönsem hayatta gitmem. Selma’yı bırakıp bakkala bile gitmem. Her bir saniyemi onunla geçirmek için deli divane olurum. Ancak artık tek yapabildiğim mezarına gidip ektiğim çiçekleri sulamak. Her gün, hem de her gün mezarının başında uzunca bir süre susuyorum. Sonra birkaç kelime edesim geliyor. Çıkmıyor sesim. Çıkmıyor. Niye, bilmiyorum. Başlıyorum ağlamaya, ufak bir bebek gibi. Sonra nefesim kesilene dek ağlayıp eve dönüyorum. Ben, iki senedir tek kelime edemedim ona. Özür bile dileyemedim. Halbuki bir çıksa şu sesim, neler neler diyeceğim ona. Çok birikti içimde. Çok.’

Ağlamaya başladığımı fark ettim birden. Gözyaşlarım kendiliğinden süzülüyordu yanaklarımda. Çok dokunmuştu içime hikayesi. Başta, beni anlar mı diye şüpheye düşmüştüm ancak bunun yersiz bir şüphe olduğunu şimdi anlıyordum. Hiç düşünmeden, pat diye girdim lafa.

”Ben de Güneş’imi kanserden verdim toprağa, Ahmet amca. Sen anlarsın beni, biliyorum.”

Ahmet amca, bu cümleleri duyunca yaşlı gözleriyle şok içinde bana döndü. Muhtemelen beklemiyordu böyle bir şeyi. Hatta eminim ki hiç beklemiyordu. Anlamlandıramadığı her halinden belliydi. Ona sorması için fırsat vermeden konuşmaya devam ettim.

”Hani sen aşkın en güzelinin bu yaşlarda yaşanacağını söyledin ya, haklıydın. Ben de aşık oldum, Ahmet amca. Adı Güneş. Ben hep Güneş’im derdim ona. Ahmet amca, bir bilsen nasıl sevdiğimi… Ah bir anlatabilsem… Şimdi, ben sana istesem de anlatamam. Beceremem. Ama sen anla halimden. Çok aşıktım işte. Çok… Çok aşıktım, Ahmet amca.”

Ağlamam şiddetlenmişti. Sesim çatallanıyordu, anlatmakta zorlanıyordum. Ahmet amca da çaktırmadan gözyaşlarını siliyor ve sigarasını tüttürmeye devam ediyordu. Bir süre nefesimi düzene sokmaya çalıştım. Az da olsa başarabildiğimde de anlatmayı sürdürdüm.

”Kanserdi biz tanıştığımızda. Kimse iyi bir şey söylemedi, Ahmet amca. Hiç kimse demedi. Ama ben inandım ona. ‘Geçecek.’ dedim. Geçmedi, Ahmet amca. Geçmedi. Gitti o da. Güneş’im gitti. Ben utancımdan mezarına bile gidemiyorum. Her gün gelip güneşin batışını seyrediyorum burada. O kadar işte. Benim gücüm onu burada tutmaya yetmedi, Ahmet amca. Kimse de anlamadı halimden. Ama sen anlarsın, biliyorum. Bir sen anlarsın zaten. Ne yapayım ben, Ahmet amca? Gitti Güneş’im. Karanlıkta kaldım, Ahmet amca. Boğuluyorum bu karanlıkta. Ne yapayım ben? Allah aşkına, bir şey söyle Ahmet amca. Acımı dindirecek, bana nefes aldıracak bir şey söyle. N’olur, bir şey de.”

Uzunca bir süre ikimiz de tek kelime etmedik. Belki de edemedik. Düştüğümüz derdin dermanı yoktu, biliyorduk. Ahmet amca sigara içmeye devam etti, ben de gelmeyeceğini bildiğim halde cevap beklemeye…

Sonra birden cebinden telefonunu çıkardı, Ahmet amca. Tuşlu, eski bir telefondu. Bana doğru uzattı.

”Şuraya numaranı kaydet bakayım. ‘Torunum’ diye kaydet, tamam mı? Benim yakın gözlüğüm burada değil. Hadi, sana zahmet.”

Saatler sonra, ilk defa güldü yüzüm. Sevmiştim beni koyduğu yeri. Çok sevmiştim. Kaydettim numaramı. Kendi telefonuma da onun numarasını kaydettim. Ardından ayaklandı, Ahmet amca. Haliyle ben de…

”Her şey için teşekkürler, yavrum. Sen çok güçlü bir delikanlısın. Kendine haksızlık etme. Arada seni ararım ben, aç tamam mı? Sen de arayıver, halimi hatırımı sorarsın.”

Gülüştük bunun üzerine. Teşekkür ettim, sonra ikimiz de varacağımız yer aynı olmasına rağmen farklı yönlere doğru yöneldik. Yalnız kalmaya, kendimizle hesaplaşmaya ihtiyacımız vardı belli ki. O gün, o gece uzun uzun düşündüm olanları. Çok sevmiştim Ahmet amcayı. Torunu yerine koymuştu beni bir de. Nasıl hoşuma gitmişti, anlatamam. Uzunca bir süre düşündükten sonra sabaha karşı uyuyup kalmışım.

Öğlene doğru, sela sesiyle uyandım. Anlayamadım önce. Ardından hızlıca yataktan çıkıp annemin yanına gittim. Nedensiz, tamamen içten gelen bir telaşla sordum.

”Kimmiş?”

”Hani tek yaşayan bir adam vardı ya, belki bilmezsin sen. Ahmet amca. Selma ablanın kocasıydı. Oymuş.”

Kalakaldım duyunca. Biliyorum bile diyemedim. Durdum öylece kapının ağzında. Annem de anlamadı tabii tepkimi. İçimde bir şeyler kopmaya devam ediyordu.

Kalp krizinden ölmüş Ahmet amca. Yattığı yerde kalp krizi geçirmiş. Her sabah eve ekmek götüren bakkal çırağı fark etmiş bir terslik olduğunu. Sonra da polisi çağırmışlar hemen.
Bir cüzdanla bir telefon varmış başucunda. Selma’sının vesikalığı çıkmış cüzdanından. Bir de telefon işte… ”Torunum” diye kaydettirdiği ama bir kere bile arayamadığı numaramın olduğu o telefon…
Karısının yakınına gömdüler Ahmet amcayı. Umarım gittiğin yerde Selma teyzeyle kavuşmuşsundur, Ahmet amca. Ben, mezarınıza gelip çiçeklerinizi sulamaya devam edeceğim. Söz veriyorum.

*Yaşanmış bir hikayeden esinlenerek yazılmıştır.*

Zeynep Çelik içeriklerini beğendin mi? Sosyal medyada takip edin!
Abonelik
Bildir
guest
10 Yorumlar
Eskiler
Yeniler En çok oylananlar
Satır içi yorumlar
Tüm yorumları görüntüleyin
Zeynep Çelik içeriklerini beğendin mi? Sosyal medyada takip edin!

Okuyucuların Beğendiği İçerikler

Birçok kişinin ‘’zor ama maaşı iyi, garanti meslek gibi’’ düşünceleriyle ün kazanmış bir bölüm olan tıp fakültesini size en ince detaylarıyla aktaracağım. Öncelikle fakülteye gelmeden önce kendinizi ilk gün yapılacak çaylak şakasına ve ileri zamanlarda daha siz TUS isimli bölüm seçmenize yarayan sınava girmeden ‘’Sen ne doktorusun? ‘’ veya diş hekimliği ayrı bir bölüm olmasına […]
Yaşanan herhangi bir gün hiç yaşanmasaydı, her şey daha farklı olur muydu? Misal dün hiç yaşanmasaydı veyahut bundan yıllar önce bir gün hiç yaşanmasaydı yine aynı mıydı hayatınız? Kadere inanmak subjektif bir bakış açısı olarak görünebilir ancak hayatın akışı olarak farklı bir yerden durumu ele alabiliriz. Bütün malzemeleri özene bezene kesip, doğrayıp harika bir yemek […]
Herkesin ölmeden görmek isteyeceği bir yer vardır. Yoksa da henüz keşfetmemiştir… Benim için burası Norveç. “Soğuk Cennet” veyahut “Kuzeyin İncisi” denilen bu ülkenin lanse ettiği imajı bir görseniz aşık olmamak elde değil. O yüzden henüz kendi ülkenizi keşfetmediyseniz ileride belki yol arkadaşım olabilirsiniz! Norveç ”Soğuk Cennet” Ülkenin yönetim biçimi anayasal monarşi ve başkenti Oslo‘dur. 385,207 […]
Her kitap ayrı güzel, dünyasına girdikten sonra… Ama bazı başyapıtlar vardır, gerçekten okumak zevk verir. Okudukça içine düşer, yeni bir dünyanın kahramanı olursunuz. Herkes için değişebilecek bir liste… Daha iyisi varsa da ben okuduğum kadarını biliyorum ve bunlar şu an en iyisi! Daha birçok türde konuşulacak kitaplar olsa da üç ayrı türde üç başyapıt derledim, […]

İlgini Çekebilir

Çoğumuzun, adını belki de hiç duymadığı fakat yaşamımızda denk gelebileceğimiz, farkında ve bilinçli olduğumuz takdirde erken tanı ve tedavi seçeneklerini düzenleyebileceğimiz, benim ise özel eğitim alanında tanıştığım bir sendromdan bahsetmek istiyorum sizlere: DiGeorge Sendromu. DiGeorge Sendromu (DGS) 22. kromozomun (22q11) delesyonu (kromozomun bağlı bulunduğu parçadan kopup silinmesi, yok olması) ya da translokasyonu (kopan veya kaybolan […]
“Sisyphus’u gördüm, korkunç işkenceler çekerken: yakalamış iki avucuyla kocaman bir kayayı ve de kollarıyla bacaklarıyla dayanmıştı kayaya, habire itiyordu onu bir tepeye doğru, işte kaya tepeye vardı varacak, işte tamam, ama tepeye varmasına bir parmak kala, bir güç itiyordu onu tepeden gerisin geri, aşağıya kadar yuvarlanıyordu yeniden baş belası kaya, o da yeniden itiyordu kayayı, […]
Bugün 10 Mart 2022. Gülistansız 796. gün “Ne durumdayım biliyor musunuz? Ölüm Allah’ın emri, ölüm dünyada var. Gençlerin ölümü zor ama biz her gün yeniden ölüyoruz. Her gün… Toprağa bile basmaya kıyamıyorum, acaba kızım içinde olabilir mi diye. “ 21 yaşında, Tunceli’de bir üniversite öğrencisiydi Gülistan Doku. 5 Ocak 2020 tarihinden bu yana haber alınamıyor. […]
Bir girişim fikriniz var ve bu alanda bir marka oluşturmak istiyorsunuz ya da henüz küçük bir işletmesiniz ve işletmenizi büyütüp kârınıza kâr katmak istiyorsunuz. İşte bu yolda atmanız gereken ilk adım markalaşmak olmalıdır. Peki marka nedir?                Marka yalnızca kalabalık bir pazarda sizi diğerlerinden ayıran isim, logo ve slogandan ibaret değildir. Markanız insanların sizinle etkileşimde […]