”Anne, ben çıkıyorum. Ne zaman gelirim, bilmem. Geç kalırsam bekleme, uyu tamam mı?”
Kapının ağzından seslenmiştim anneme. Neye, nereye, kime gittiğimi ben bile bilmiyordum o an. Sadece gitmek, kaçmak, uzaklaşmak istiyordum. Neyden, kimden? Var olan herkesten, her şeyden… Kendimden bile…
Nereye gittiğimi bilmeden çıkmıştım ancak karar vermem uzun sürmemişti. İşin aslı, gittiğim yer hiç değişmemişti. Güneşi izleyecektim yine. Nasıl gittiğini seyredecektim. Tıpkı Güneş’imin benden gidişini seyrettiğim gibi… Her zamanki gibi gözlerim dolacaktı, biliyordum. Hem güneşe hem de Güneş’ime susarak seslenecektim. Belki kararı değişir de gitmez diye… Belki çaresizliğimi anlar da benimle kalır diye… Oysa dünya tersine dönse Güneş yine giderdi ve güneş, yine batardı.
Halsiz bacaklarımı belki biraz isteyerek belki biraz da istemeden diğerinin önüne atıp durdum yol boyunca. Bir sonbahar günü, dalından dökülmüş yaprakları ezerek ilerliyordum. Duyduğum hışırtı hoşuma gidiyordu. Ezdiğim şey yaprak değilmiş de tüm kötü hislerimmiş gibi… Mümkün müydü böylesi? Dalından düşen yapraklar gibi biz de bizi üzen şeyleri atabilir miydik içimizden? Yoksa onlar olmadan biz, biz mi olamazdık? Kim bilir, belki de ne barındırıyorsak içimizde, asıl ihtiyaç duyduğumuz şey de oydu. Bizi büyütecek, pişirecek, olgunlaştıracak şey… Kim bilebilirdi ki?
Zihnimi istila etmiş onlarca düşünceye rağmen varabilmiştim istediğim yere. Minik bir tepe diyebilirdim burası için. Büyükçe bir ağaç ve çokça ot vardı. Başka da hiçbir şey yoktu. Hiçliğin ortasında ne arıyordum, bilinmez. Bir şey bulabilecek miydim? Az sonra görecektim.
Bıraktım kendimi ağacın yamacına. Yüzümü güneşe çevirdim, gönlümü de Güneş’ime… Kulaklığımı takıp listemden bir şarkı açtım rastgele. Ekranda ”Bir Sevmek Bin Defa Ölmek Demekmiş” yazdığını görünce çok acıtan bir hüzün kapladı içimi. Ne de güzel söylüyordu Barış Akarsu. İçime işliyordu ilmek ilmek, hissini. Kalbimin her köşesinde hissedebiliyordum.
Biz Güneş’imle 18’imizde bulmuştuk birbirimizi. Onca sene bir o yana bir bu yana savrulduktan sonra rastlaşmıştık. Tutunmuştuk birbirimize, daha fazla savrulmamak için. Sıkı sıkı tutmuştum ellerini, bu kargaşada kaybolmasın diye. Meğer ne güçsüzmüş benim ellerim. Tutamamışım ellerini öyle sandığım kadar sıkı. Yapamamışım. Meğer ben beceriksiz herifin tekiymişim, çok sonra anladım.
Birden gitti benim Güneş’im. Nasıl olduğunu anlamadan, fark edemeden… Sessiz sedasız, hissettirmeden… İşin aslı, ikimiz de biliyorduk olacakları. Bedeninde kötü huylu bir tümör taşıyordu biz tanıştığımızda. Kimsenin umudu yoktu ona dair. Ben hariç… Ben hep inandım Güneş’ime. İlk andan son ana kadar tüm kalbimle inandım. Güzel yüzünü avuçlarımın arasına alır, ”Geçecek.” derdim. ”Geçecek, Güneş’im.”
Gözleri ışıldardı o anlarda. Sanki duymak istediği tek şey buymuş gibi… Tek bir doktordan bile ufacık olumlu bir kelime duyamıyorken ”Geçecek.” demek ne büyük cesaretmiş, ne büyük delilikmiş. Hoş, yine olsa yine derim aynılarını. Çünkü benim kalbim, bir Güneş’ime öyle umutla atardı. Zaten o gittikten sonra attı mı atmadı mı, bilmiyorum. Nefes aldım bir şekilde ancak yemin ederim ki buna yaşamak denmezdi.
”Bir sevmek bin defa ölmek demekmiş
Bin defa ölüp de ölememekmiş.”
Güneş batmak üzereydi, gökyüzü birden fazla tonu gösteriyordu insanlığa. Gidişi nasıl da güzel görünüyordu güneşin. Oysa benim Güneş’im giderken bembeyazdı. Çok kızarırdı yanakları normalde. Heyecanlandığında, sinirlendiğinde, mutlu olduğunda, ağladığında… Hep kıpkırmızı olan o yanakları, giderken öyle değildi. Beyazın hiçbir tonu, o güne dek öylesine dehşet veren bir biçimde acıtmamıştı canımı.
Bir sabah, bir kara haberle düştü yüreğime ateş. Annesi aradı sabaha karşı. Güneş henüz yeni doğarken gitmiş, Güneş’im. Önceki gece, son defa olduğunu bilmeden veda etmiştim ona. Yüzlerce kez vedalaşmıştık ama hiçbir veda, o akşamki kadar yakmamıştı içimi. Ve hiçbir sabah güneşi, öyle yakmamıştı tenimi. O güne dek aldığım hiçbir nefes, fazla gelmemişti bana sanki.
İnsan, inandığı tek şeyi yitirdiğinde ne yapacağını bilemez bir hale geliyor. Sonsuza dek sıkı sıkı tutacağını zannettiğin o el, aniden kayıp gidince çaresizce izlemekten başka şey yapamıyorsun. Dünya başınıza yıkılsa ve altında kalsanız bile yan yana tükenmeyi seçeceğiniz kişiyi kaybedince her şey anlamsız gelmeye başlıyor. Ben Güneş’imi 18’imde buldum, 18’imde toprağa verdim. Onunla beraber inancımı, ümidimi ve kalbimi gömdüm.
Şimdi karşı dağın ardına saklanan güneş, yarın sabah yine doğacak. Ancak benim Güneş’im asla geri gelmeyecek. Onunki öyle bir gitmekti ki beni de benden aldı, götürdü. Geriye yıkılmaya hazır bir beden ve Güneş’i için atan bir kalp bıraktı. Onunki öyle bir gitmekti ki bana yalnızca izlemek kaldı. Güneş’im benden öyle bir gitti ki gitmek fiili, tarih boyunca böylesine acıtmamıştı.
İşte, güneş de gitti. Ne kaldı ki geriye? Ne bıraktı ardında? Hiç. Koca bir hiç. Tıpkı benim Güneş’im gibi…
Devam edecek…