Kısa ve dalgalı saçları vardı küçük kızın. Üzerinde gök mavisi bir elbisesi vardı. Hiç sevmezdi o elbiseyi. Oysa nereden bilebilirdi ki gelecek yaşamında o elbisenin çocukluğunun simgesi olacağını. O anda, o elbise hakkında tek düşüncesi kırmızı olmamasıydı. Kırmızı olsa sevecekti onu ama maviydi. Oysa daha sonra sırf denizin renginde olduğu için sevecekti bu elbiseyi.
Elinde küçük bir hasır sepet vardı. Sepeti çimlerin üzerine bıraktı ve ayakkabılarını giymek için eğildi. Çoraplarını çekiştirerek özenle giydi ayakkabılarını. Daha sonra ayağa kalkıp şöyle bir baktı kendine. Ayakkabılarını kendi başına giyebilmiş olmanın mutluluğunu yaşadı ve iyi iş çıkardığını fısıldadı kendine. Aynı heyecanla sepetini aldı ve bahçeye doğru koşmaya başladı. Evinin hemen yanındaki çimlerin üzerine bıraktı sepeti ve içinden kırmızı örtüsünü çıkardı. İşte bu örtüyü sırf kırmızı olduğu için çok seviyordu. Sepetin içinden bir kutu ve matara çıkardı. Sepetinden çıkan her şeyi özenle yerleştiriyordu.
Vanilyalı kurabiye kutusunu önüne çekti ve matarasına koyduğu limonatadan bir yudum aldı. Hiçbir şey, küçük kızı vanilyalı kurabiyeler ve limonata kadar mutlu etmiyordu. Yediği her kurabiyede, vanilya kokusu eline biraz daha işlerdi. Küçük kız kendini çok sevdiği vanilyalı kurabiyeler kadar güzel hissederdi o koku üstüne işledikçe. Kurabiyelerin hepsini bitirip limonatasından son yudumunu aldığında bunu annesine söylemek için sabırsızlanmaya başladı. Aslında her gün olurdu bu. Her gün bütün kurabiyesini ve limonatasını bitirirdi. Ama yine de mutlu olurdu ve sabırsızlanırdı bunu annesine söylemek için. Annesini mutlu ettiğini düşünürdü fakat bunun sandığı kadar kolay olmadığını, her gün tekrarlanan bir şeyin bir yetişkini mutlu etmeye yetmeyeceğini öğrenmesi için biraz daha büyümesi gerekiyordu. Şimdilik, annesini mutlu ettiğini düşünmenin mutluluğunu yaşayacaktı.
Eve dönmek için toparlanma vakti gelmişti. Geç kalmamalıydı. Aynı özenle toparladı ufak sepetini ve eve doğru yürümeye başladı. Eve doğru yürürken evde limon olup olmadığını düşünmeye başladı. Bunu düşünür düşünmez sepetini yere bırakıp arka bahçeye doğru koşmaya başladı.
“İşte benim limon ağacım!” diye fısıldadı sevinçle. Babası ile bu ağacın dallarının arasına tahtalar yerleştirmişti. Bu sayede kolayca ağaca çıkabiliyor ve orada oturabiliyordu. Ama annesi bundan hiç hoşlanmazdı. Muhtemelen bu sefer de hoşlanmayacaktı. Mavi elbisesini kirlettiği için kızacaktı. Ama o; limon ağacı ile sohbet etmeyi, onun dalları arasında oturmayı o kadar özlemişti ki daha fazla bekleyemedi. Her zaman olduğu gibi kolayca tırmandı ağaca. Mutluydu ama tedirgindi. Bir yetişkinin gölgesi, sevincinin üzerine düşüyordu.
Uzanıp birkaç tane limon kopardı. Vakit kaybetmeden tekrar aşağı indi. Annesi ağaca çıktığı için ona kızdığında “Ağacın canını hiç acıtmadım. Sadece birazcık limon alıp hemen geldim.” diyecekti. Annesi onu ağaca çıkmaması için ikna etmeye çalıştığında hep böyle söylerdi: Ağacın canı çok acır. Kız, ağacın canını acıtmadığını kendi kendine mırıldanarak içini rahatlatmaya çalışıyordu. Evinin önüne geldiğinde limonlarını sepete yerleştirdi.
Kız artık o kadar da özenli görünmüyordu. Çorapları dizlerinin altına kaymıştı ve ayakkabıları tozlanmıştı. Saçları da dağılmıştı. Ellerine baktı; kirlenmişti. Ellerini burnuna götürdü ve derin bir nefes aldı ellerinden. Limon kokusu, vanilya kokusuna karışmıştı. Şimdi daha da güzel kokuyordu. Seneler sonra, her şeyi yitirdiğinde bile bu koku çocukluğunu hatırlatacaktı ona. Ve çok özleyecekti. Ama şu an habersizdi. Her şeyden habersizce çaldı kapıyı. Bir süre sonra kapı açıldı ve içeri girdi.
İrkilerek kendime geldim. Geçmiş dünyadan bugünün dünyasına tepetaklak düşüverdim. Dalgalar şiddetli bir şekilde kayalara vuruyordu. Üstüm ıslanmıştı. Gitme vakti gelmişti. Burada durup çocukluğumu izlerken çok vakit kaybetmiştim. Denize döndüm. Bana mavi elbisemi hatırlattı. Denizin tuzlu kokusunu bir kez daha ciğerlerime doldurdum ve çocukluğumu seyrettiğim kayalıklardan yalpaya yalpaya uzaklaştım. Ellerimi burnuma götürdüm ve derin bir nefes aldım. Artık vanilya ve limon kokmuyordu. Büyümüştüm. Kim bilir ne zamandır yememiştim vanilyalı kurabiyelerden. Büyümek canımı acıtmıştı. Ağaçtan kopardığım limonların ellerimdeki vanilya kokusuna karışmasını özlemiştim.
Artık büyümüştüm ve ben büyüdükçe dünya da zalimleşmişti. Dünya artık geç kalmalardan ve yetişememelerden ibaretti. Tüm küçük mutluluklar yerini kocaman mutsuzluklara bırakmıştı. Bir hamster gibiydik hepimiz. Bir çarkın içinde amansızca koşuyorduk. Duramazdık. Durmak demek ölmek demekti. Koşuyorduk koşmasına ama boşuna bir koşuştu bu. Varabildiğimiz bir yer yoktu.
Büyümek, çok canımı acıtmıştı.