yokuşun başındaki evine dağın zirvesine tırmanırmışçasına ilerken, arkadan çatallaşmış derin bir ses duyuldu. “turuncu gemi..” diye bağırıyordu kendi kendine. sessizliğe ve hüzne yenik düşmüş uzun yıllardır oynamayan çene kasları tüm hayata direnirmişçesine kıpırdadı ve yüzünde bir tebessüm belirdi, içinden “ah! turuncu gemi dönmeyecek geri.” demek geldi. biraz daha uğraştıktan sonra zorla da olsa çıktı yokuşu ve usulca anahtarı deliğine iliştirdi. koridoru kaplamış rutubet kokusunun içerisinden sıyrılarak attı kendini günlerdir üzerinden kalkmadığı kanepesine. sessizlik hakim oldu o an, her zaman olduğu gibi, rutini bozmamaya kararlıydı. duvarda gezinen tahta kurularına baktı, iç çekerek o son akşamı düşündü ta 33gün 8saat 7dakika 21saniye öncesini.. birlikte geçirdikleri son anlar olduğunu bilmeden, son eğlenceleri olduğunu akıllarına bile getirmeden hesapsız kitapsız yaşadılar o anları..
içindeki yaşlanmışlık çıkageldi o an. “unuttun mu?” diye fısıldadı. doğruldu ve o yaşlı adamı karşısına aldı.
– “unutmadım ama unutsam da pek bir kaybım olmayacak unutmuş olacağım. kıyafetleri, kitapları.. hepsi bir poşete sığan şeyler değil mi? mesela her şeyi bir poşete sığdırıp sabah 7:20’de evin önünden geçecek olan çöp arabasına atsam, fotoğrafları da yandı saysak.. unuturum belki ama ben unutmak istemiyorum. benim beynimin içinde bir bebek ağlıyor, unuttuğumda o bebek de gidecek. ben onun gitmesini istemiyorum.”
yaşlı adam duruldu bir kaç dakikalığına da olsa ve yine sormaya devam etti;
-parkinsondu değil mi?
cevap gelmedi.
-öldüğünde hamile miydi?
yine cevap gelmedi..
‘gelişmemimsi haller’
bu gidişle çok yaşamam gözüyle hayatına bakarken yaşlılığının ne denli huysuz, yersiz olduğunu gördüğünde bu fikri tekrar yineledi. artık emindi bu gidişle fazla yaşamayacağından.
bundan günler önceydi o haberi aldığında. klasik bir cumartesi akşamıydı, çengelköy’de oturacaklar ve yemek yiyeceklerdi ama o güzel akşam bir anda tam tersine döndü. belirli belirsiz şikayetlerle gitmişti hastaneye. doktor; “parkinson hastalığına yakalanmışsınız” diyene kadar da onlar için bir sorun yoktu. sabahında aldığı haberi bu güzel akşamda vermek istemezdi tabiki o da, tutamadı kendini hep olduğu gibi. ilk başta birbirlerine hep destek oldular, omuz omuza verip atlatacaklarına inandılar ama her muayenede işlerin daha kötüye gittiğini duydukça bu ümit duvarı yerle bir olmaya başladı. sonunda canından çok sevdiği artık yoktu. geriye tek kalan bir kaç oğuz atay romanı, en sevdiği parfümü ve bir kaç parça kıyafeti..
aradan beş gün geçmişti ki hamile olduğunu öğrendi. minik bir cenin, hayata gözlerini açamadan gitmişti. bu haberden sonra daha da yıkıldı. kendini eve kapattı. tek yaptığı karşısına çıkan yaşlı adamın bunaltıcı sorularına cevap vermek ve markete gidip köpeğine mama almaktı ve tek düşündüğü de o gün çengelköy’de yapıp denize bıraktıkları turuncu gemiler.. kafasının içinde bir cenin ağlıyordu, kalbi oluk oluk kanarken.. hiçbir şey yapamamıştı.
yaşlı adam geldi yine yersiz soruları ile birlikte. “neden turuncu,” diye sordu alaycı bir tavırla. sayılarının giderek arttığı tahta kurularından gözlerini ayırıp dik dik baktı. “git,” dedi. başka bir şey demeye gücü yetmedi ya da o öyle sandı ve sonra döküldü.
“ben hep kendimi bir yere ait hissetmek istedim. birisi olsun, beni sevsin, bana sıcağında bir yer ayırsın istedim, şefkat, mutluluk, huzur istedim yani çok şey istedim. tamam, biliyorum çok ama bir umut.. ömrü sokaklarda geçmiş birisi için bunlar ulaşılamaz şeylerdi zaten tahmin etmeliydim peri masalından hallice geçiyordu ömrüm onun bana güldüğünden beri yani. e her masal da bittiğine göre.. yalnız tek sıkıntı masallar mutlu sonla biter sanardım, yanılmışım. gerçi yanıldığım tek şey o değil güzel olan şeylerin bir sonu olmaz ki güzelse güzel kalır. biz güzeldik peki neden güzel kalmadık.” yaşlı adam neredeyse uyuyacaktı çünkü bildiği şeyleri dinlemek sıkıcıydı onun için.
‘gelişememişimsi haller’
daha fazla dayanamadı, yerinden doğruldu, köpeğinin tasmasını kavradığı gibi kendini dışarıya attı. güneşli bir gündü ama pek hoşuna gitmemiş olacak ki “yağmur yağsa ne olurdu ki,” diye geçirdi içinden. kısa bir yürüyüşten sonra her şeyin başladığı yere geldi. ev de son kalan beş kağıtla yeni gemiler yaptı, denize bıraktı. sanki denizi, ağaçları, insanları, gökyüzünü son kez görüyormuşçasına süzdü. uzun süredir bu kadar fazla kalmamıştı dışarıda, yavaş yavaş dönüş yoluna koyulmaya başladı ama bir eksik vardı. 32.yaş günü hediyesi olan köpeğini kenardaki bir demire bağlamıştı. neden yaptığını belki kendi de bilmiyordu. tek başına eve geldim. aklından atamadığı şeyler vardı. turuncu, o, cenin, masallar, ölüm, neden.. işin içinden çıkamayacağını anlamış gibi olacak ki bir kağıt ve kalem ile son satırlarını karalamaya başladı. fi tarih zamanından kalma gibi bir yazıyla anlattı her şeyi, neden olduğunu..
‘son’
son adımlarını attı. elini çekmeceye uzattı. aslında defalarca düşünüp silmişti aklından ama artık kurtuluş şansı tanımıyordu kendine. çekmeceden bir “regard mc” çıkarttı. elinin tetiğe gitmesiyle şakağına dayaması bir oldu, oracıkta kalıverdi. notta en son yazansa;
“..sanırım her şeyin sonuna geldik.
her bitiş bir başlangıç falan değildir. her bitiş, bir bitiştir.”