Felsefe, yani orijinal haliyle: Philosophia… Kelime anlamı olarak ”bilgi sevgisi” demek olan bu sözcüğün Türk toplumuna yabancı bir kavram olduğunu söylemek yersiz olmaz herhalde. Felsefe, Türk toplumu açısından bir çeşit manipülasyondur. Laf kalabalığı yaparak konuşmayı saptırmaya, karşı tarafı boş bir alana çekmeye yarar… Her daim aşağılanan ya da en masum haliyle sıkıcı bulunan bir alandır. Bu aşağılamalar içerisinden, muhtemelen en acı verici olanı da ”boş” bir iş olarak adlandırılmasıdır. Felsefe yapmanın boş bir iş olduğunu mutlaka duymuşsunuzdur. Halbuki, sıradan bir Türk vatandaşının felsefeye dair hiçbir bilgisi olmadığını göz önüne alırsak bu söylemlerin hepsi ağızdan ezbere çıkan beylik laflardan öte değildir. Yazıma felsefenin kelime anlamını vererek başlama sebebim de tam olarak bundan kaynaklanıyor. Bilgi sevgisi anlamına gelen bir şeyi, onun hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadan hor gören insanların ironik durumu… Peki nedir bu felsefe denilen şey?
Felsefe, tarih boyunca pek çok farklı şekilde tanımlanmıştır. Aristoteles felsefenin ”ilkeler ya da nedenler bilimi” olduğunu, Tommaso Campanella bir ”eleştiri” olduğunu, Augustinus ”tanrıyı bilmek” olduğunu söylemişti. Benim benimsediğim basit ifadesiyle: Felsefe, düşünme disiplinidir. Peki nasıl yani? Zaten günlük hayatta sürekli düşünmüyor muyuz? Var olup olmadığını düşünen bir filozoftan, sınav sonucunu düşünen bir öğrenciyi ayıran şey nedir? Tam olarak disiplin kelimesi… Düşünme becerisini geliştirip zihnini esnek bir şekilde kullanarak alelade veya karmaşık şekillerde hayat bulan vasat çıkarımlardan ve insanın kendi zihninde yaşadığı zavallı debelenmelerden kurtulmak ve kendi zihnindeki bariyerleri yıkarak “görmeye” başlamak… Böylece vasat insandan, düşünme disiplini elde etmiş karmaşık varlığa evrilebiliriz. Düşünmeyi bilmeyen insan, tıpkı Platon’un mağara örneğindeki gibi güneşi gerçekten göremeyen, kendi mağarasındaki gölgelerle boğuşan bir zavallıya benzer. İşte bu sebeple felsefe yalnızca bir disiplin değil ama aynı zamanda bir gerekliliktir. İnsan olabilmek için düşünmeye ihtiyacımız var. Aksi takdirde içgüdüleriyle yaşayan hayvanlardan farksız olurduk. Nitekim çevremiz bu türden insanlarla çevrili… Birçok açıdan suçların temelinde de bu yatmıyor mu? İçgüdülerine hakim olamayan basit varlıkların kavgası…
Felsefe yapabilmek için öncelikle düşünmeyi öğrenmek gerekir. Yani düşünmeyi bir disiplin haline getirebilip doğru sorgulamaları yapmayı, doğru çıkarımlarda bulunmayı öğrenmek… Tabii önce doğru kelimesinin anlamını konuşmalı. Ancak bu oldukça uzun bir konu olurdu, dolayısıyla… Peki Türk toplumu düşünmeyi, sorgulamayı sevmiyor mu? Neden dünyaca ünlü Türk filozofları yetişmiyor, neden ülkemizde bu kelime bu kadar antipatik bir şekilde karşılanıyor? Bu soruları yanıtlamaya başlamadan önce cevaplanması gereken daha öncelikli bir soru var. Felsefe denilen şey nasıl ortaya çıktı? Basit bir soru için basit bir cevap yeterli olacaktır: İhtiyaçtan, insanların anlama ihtiyacından… Eğer ki bir insan, herhangi bir konuda ”Neden?” diye bir soru sorarsa bu, onu felsefe yapmaya götürür. Henüz sahip olmadığı bilgiye sahip olmak için düşünmeye başlayan insan kendi çıkarımlarını elde eder. Farklı görüşlerle tartışmaya başladığındaysa gerçeği elde etmeye daha yakınlaşır. Çünkü elindeki soruyu farklı açılardan ele alma şansı yakalar. Oysa tüm bu aşamaların başlangıcı meraktır. Cevaba duyulan o açlıktır. Ancak Türk halkının bu tip bir açlığı ya da merakı yoktur. Toplumumuz ”Ben mutlu muyum?” sorusuyla meşgul değildir. Bazı yönlerden haklı olarak bu soruyu sormaya fırsatı olmaz. Karnı aç olan bir köylünün ya da ay sonunu bekleyen bir memurun aklında doğal olarak çok başka şeyler vardır. Ancak toplumun geneline bakılırsa bu sorgulama eksikliğinin herhangi bir kıstas kabul etmeden yaygınlık gösterdiğini fark edebiliriz. Gelir, sosyal yaşantı, cinsiyet ve hatta eğitim… İşin aslı şu ki Türkler tarihleri boyunca bu tip bir ihtiyaca hiç sahip olmadı. Bu nedenle 2021 yılının Türkiye’sinde yazdığım bu yazıda bile, yüzlerce hatta binlerce yıl evvelsinin Batılı filozoflarından alıntılar ya da göndermeler bulunuyor. İşin aslı, felsefe kelimesinin etimolojik kökeni bile Arapça… Bu ihtiyaç eksikliği bir yana, dilimiz, düşünmeyi ve merakı kötü gören atasözleri ve özdeyişlerle doludur. ”Kediyi merak öldürür.”, ”Fazla merak adamı mezara sokar.”, ”İnsanın başına ne gelirse meraktan gelir.”… Kültürümüzde yer etmiş bir korku, merak kavramına karşı bir mesafe… Üstelik bu kültürel eğilimi besleyen dinî alışkanlıklar… Neredeyse tamamı Müslüman olan toplumumuzun dine dair yaklaşım esaslarından biri sorgulamamaktır. Ne başa gelen derdi ne çevremizde gerçekleşen olayları ne de bizzat tanrının kendisini sorgulamamamız gerektiği öğretilir. Halbuki üzerine düşünüp sorgulamadan bir tanrının varlığı nasıl kabul edilebilir ki? Kuran’da bahsi geçen İbrahim peygamberin bizzat kendisi tanrı fikrini ve neyin tanrı olabileceğini sorgulayarak gerçek tanrıya ulaşmamış mıdır?
O halde 3 maddeyle Türk toplumunun antipatisi değerlendirilebilir. İlk olarak böyle bir ihtiyaç duymuyor oluşu, ikinci olarak kültürel normlar ve son olarak da yozlaşmış din alışkanlıkları Türk toplumunu tabiri caizse yükselmekten alıkoyan ağırlıklardır. Tüm bu sebepler ayrı ayrı sorgulanması, üzerine konuşulması, tartışılması ve çözümüne uğraşılması gereken şeyler. Ancak görülen o ki Türk toplumu bu gidişle bu konular üzerine bir eğilim göstermeyecektir. Bu nedenle birilerinin bir yerlerde sormaya başlaması lazım. Türkiye’de felsefe neden gelişmiyor?