Tanrı bizi nasıl sever? Koruyarak mı? Rüyalarımızda bizi uyararak mı? Hayatımıza soktuğumuz insanların bize yaptığı iyiliklerle mi yoksa onlarda hissettiğimiz sıcaklıkla mı? Bizimle karşılaştırdığı insanlarla mı? Tanrının bizi sevdiğine nasıl inanırız, bu mümkün müdür? Bize sunmuş olduğu nimetlerle mi yoksa hislerimizin yanılmadığını düşünüp o şekilde mi tanrıya inanırız? Ya da tanrı bizi sever mi?
Düşünme gücümüzün, sorgulama ve merak duygularını harekete geçirdiğini biliyorum. Her şekilde varoluş nedenimizin sorgulayıp öğrenmek olduğunu okuduğum kitaplardan öğrendim. Eskiye oranla şimdi fikirleri belirtmek ve düşünceleri korkmadan söylemek daha kolay. Önceden nice günlüklerde söylenemeyen ifadeler saklıydı, kim bilir? Şimdi korkmadan, çekinmeden söyleyebilmek veya kimin kimi onayladığı çok önemli gibi görünmüyor. Süslü ifadelerle insanın aklını çelen yazarlardan, üç kelimeyle tüm kitabı anlatan yazarlara kadar her şeyi okuyan insanlar var. Okumak eylemini hayat felsefesi hâline getirerek kelimelerle nefes alanlar var. Fikirleri güçlendiren okumak, araştırmak, görüp anlamak değil midir?
Rüyalar görürüz ve bu rüyalarda uçtuğumuzu, dans ettiğimizi, bir boşluktan düştüğümüzü, sevdiklerimizi kaybettiğimiz gibi birçok anı zihnimizde dolanır. Hiçbiri gerçek değildir ama gerçek gibi hissederiz, orada bulunmuş ve yaşamışız gibi. Eğer zihnimiz bizlere bunun gibi bir gerçekliği sunuyorsa varlığını hissettirecek daha birçok olayı da yaşatır. Üzgün olduğumuz zaman bunu nasıl ortadan kaldırabileceğimizi düşünürken sarf ettiğimiz çabayla, onunla yaşamayı arzuladığımız çaba aynıdır. Oysaki fikirler değişir azizim, hislere ortak olan düşünceler değişir. Şimdi ulaşılması kolay yerlerden bizlere yapabileceğimizi haykıran laflar ediliyor ama hangisi doğru ya da yapılması mümkün şeyler bilemiyoruz.
Eski zamanlarda insanlar verimli olabilmek için gündüzü beklerlermiş, gecenin sağladığı imkânlar elektrik yoksunluğundan dolayı pek fazla değilmiş. Yoksulluk ve açlıkla sınanan şehirdeki vatandaşlar hayat mücadelesi ve geçim sıkıntısından ziyade yaşayışı sürdürmekmiş tek gayeleri. Aralarından istisnai kimseler de var elbette ama çoğunluk böyleymiş, hayatını sürdürmek isteyen dilenir ya da tanıdıkları vasıtasıyla bir işe girerek geçimini sürdürürmüş. Elbette aklını ve yeteneklerini konuşturan insanlar da varmış ama onların harcadığı çaba günümüze oranla daha da zorlayıcıymış. İnsanlar o zamanlarda müşkül vaziyette ve umudu kenara iterek varlığını sürdürürmüş. O zamandan bir çocuk tanıyorum, benim zihnimin bir kurgusu sadece ama nedense varlığını hisseder gibiyim. Her şeyde doğruluk aramamak gerekli, öyle değil mi? Bazen yalancılara da bağlanır insanlar.
On iki yaşlarında paskal, perişan vaziyette bir erkek çocuğu. Ayağındaki pabucu eskimiş, kullanılmaktan incelmiş bir paçavra misali yer yer yırtık. Elinde o dönemin gayet aktif bir şekilde kullanılan kütüphanesinden aşırdığı ciltli bir kitap var. Bu kütüphaneye üniversitenin değerli akademisyenleriyle beraber yüksek mevkiden gelen ailenin çocukları girebiliyor. O zamanda elektrik yok, ışıklar belirli yerlerde kullanılıyor ve aydınlık yerler kısıtlı. Çocuk kitabı paçavra benzeri gömleğinin içine sakladı ve onu diğerlerinden sakındı. Harabe evine giden taşlı yollarda erler nöbette, her yeri karış karış aramakta. Bilgiyi kaçıran ve kullanan herkes tutuklanmakta. Buna rağmen çocuk bu kitabı kütüphaneden kaçırmayı başarıyor. Kütüphanenin geniş kapısından çıkan öğrencilerinden birinin çantasından alıp kaçıyor, arkasına bile bakmıyor; onu gören oldu mu olmadı mı bilmiyor bile.
Karanlığın bir gölge gibi düştüğü o dönemde parlak bir ışık gezinir vaziyette. Çocuk o ışığı ceketinin cebinden çıkarıyor ve okumaya başlıyor. Sönen her bir ışığın yerini yenisinin aldığı dünyada gitgide daha büyük ışıklar parlamaya başlıyor. Zaman devriliyor, sanki domino taşları gibi nesilden nesile aktarılıyor.
Uzaklardan onu korumak için bir el beklemekte, sanki bu çocuk o elin üzerinde yürüyor gibi rahat ve sakin. Korkacağı her şey arkasına saklanmış gibi. Neler olduğunu görmüyor ama peşinden gelenlerin başına bir iş geldiğini biliyor, umursamıyor çünkü o olduğu yerden memnun hâlde.
Bazen gökyüzüne baktığında veya etrafını kolaçan ettiğinde hiçbir şeyin tehlikede olmadığını bilirsin. Kalbin güvende hissettiğinde bir sonraki adımına devam edersin. Tanrı avuçlarının içinde her birimiz için bir şeyler saklıyor, seçeneklerimiz değiştiğinde belki de yolumuz değişiyor. Nefesimiz sonlanmadan evvel göreceğimiz çok şey vardır belki de. İnsan bedeni büyür, bu beden büyürken beraberinde zihnin de bir şeylerden faydalanması gerekir. Bize ışık tutulan her yolu takip etmek yerine kendi ışığımızı yaratmamız gerektiğini bilen bir zihnimiz var.
Her şeyin bir anlamı olmadığından eminim artık. Bazı şeyler için sebep aramaktansa kendi sebeplerimi oluşturmaya başladım. Açılan her bir ışığın sonunda o çocuk gibi gözleri parlayan onlarcasına şahit oldum ve olmaya devam ediyorum. Tanrı bizi koruyor, evet ama neyden ve kimden? Işıklarını kapatmışlardan sakınıyor, karanlığına yenik düşerek daha büyük karanlığı kendine evlat edinenlerden. Sözcükleri hakaret sayarak onları güçsüzleştirenlerden, oysaki sözcüklerin kuvvetiyle iyileşebileceklerken. Hayatında bilgiyi yoksulluk sayarak eleştiriyi kendine borç bilenlerden sakınıyor. Böylece devam eden dünyada neyin doğru neyin yanlış olduğunu sorgulayarak yaşamaya devam ediyoruz.