Öyle sakince kalmak, bir ağaca ya da buluta dalmak. Gökyüzünü izlemek, uzakları düşlemek sonra kalkıp o uzaklara gitmek, düşmek ve kalkmak. Yitirdiklerin arasında eksildiğini sanarken aslında içinde ne çok çoğaldığını bilmiyor insan. İnsan ne çok şeyle insan oluyor aslında bilmeden. Hayata karşı insanlığını korumak zorunda kalıyor. Elinden kayıp giden her şey arasında bir kendini kaybedemiyor. İnsanın bir kendine çaresi yok bir de ölüme. İnsan hem alışmak istiyor bir şeylere hem de alışmaktan korkuyor. Acısı bitsin, yarası geçsin istiyor. Yine yaranın kabuğunu kendisi kaldırıyor; kanatıyor kendini insan. Anlamak istiyor, anlayış bekliyor. Anlaşılınca yetmiyor, çok anlayınca deliriyor. İnsan hep “bana yeter” dese de hiç doymuyor, durulmuyor, yetinmiyor.
Bulandırdığım sudaki yansımama bakmaya çalışıyorum günlerdir. Durulmasını bekliyorum. Attığım her taş suyun dibine oturuyor, derinliğini kestiremiyorum. Adımımı atsam şimdi o suya, boğulur muyum bilmiyorum. Kendiliğinden bulanık bir suda kendini göremezsin. Ama berrak bir suyu bulandıran sensen, kendini o bulanık suda göremeyince hep o berraklığı özlersin, yeniden durulacak dersin. Hem suyun başında beklemek sana bir şey getirmez, bilirsin. Hem de vicdanın yeni bir su aranmana izin vermez. Su bir kez bulandı ve bunun çaresi yok, biliyorum.
Savrulduğum o rüzgârlı günden sonra denizin dibine çöken bir taş gibi ağır ve yorgunum. En dibe ulaştığımda daha da yorgun olacağım. Alışacağım sonra en dibe de taşların arasında bir yerim olacak yerleşeceğim. İnsan hayatı boyunca dibin dibini görüp de alışmıyor mu hep? Anladım artık; büyümek bir taş gibi ağır hissetmekmiş, çocukken bulutların üstünde gibi hafif hissederken, büyümek bir taş gibi yavaşlamakmış, çocukken hayallerine ulaşmak için var gücünle koşarken. Ve büyümek içinde bir taş varmışçasına yorgun hissetmekmiş, küçükken pır pır eden yüreğini avucunun içinde hissederken. Seni yenemeyeceğim büyümek, sen beni yendin.