Kızsın, bağırsın ama yeter ki susmasın dedikleri radde vardır insanların. Şu an duvarların susuşu bile beni etkiliyor. Duvarlar hiç konuşmaz ki demeyin, bir an ki sevdiğinin seslerini taşır yüreğine, o zaman anlarsın duvarların da konuştuğunu. Beni suya daldırıp boğmayan şu vakit, yangınlara götürüp erimeden oradan çıkaran şu saatler, dikenli telleri boğazıma dolayıp kan biriktiren yankının sebebini size anlatayım.
Eşimle gayet normal bir sabah yaşıyorduk, hiçbir sıkıntı yoktu. Ta ki sevmediği şakayı ona yapana dek. Sevmiyordu biliyorum ama nazımın geçtiğini düşündüğüm için kendimi tutamamıştım. Şakayı yaptıktan sonra ne kadar pişman olsam da elimden bir şey gelmiyordu. Kırılmıştı camdan kalbi. Kristalin kırılganlığı zayıflığından değil, saflığındandır. Aklımda bu söz ve biricik eşimin durumu dolanıp duruyorlar, herhangi bir düşüncenin zihnime girmesine engel oluyorlardı. Ne yapsam da muhabbetini elde etsem diye düşünüyordum. Zamanla alışır, unutulur düşüncesi de bir kenarda üstü örtülü vaziyetteydi. İnsan bu, nelere alışmamış ki bu zamana kadar? O unuturdu bu durumu ama ben hatamı asla unutmazdım. Unutmamalıydım. Eğer unutursam ölüm olurdu benim için. Eğer unuttuğumu bir an fark etsem artık elimi çabuk tutmamdan başka bir şey gelmezdi elimden. Unutmamayı sağlamak adına bir şeyler yapmalıyım demekti. Zamanla unutulur fikrini gündemime almıyordum. Kendimi zamana bırakamazdım. Çaba gerekirdi her ilişki için. Kurtarılacak şeyler vardı ortada. Küçük küçük sorular sorarak varlığımı hatırlatır oldum. Kapı açabilir ümidiyle en basit konuları bile dile getirmeye başladım. O sadece sorularıma sakince cevap veriyor, onun dışında hiçbir şekilde karşılık vermiyordu. Şu durumda bile beni kırmıyordu. Asla kırmazdı beni. Şakayı yaptığım ilk anda bile soğukkanlılıkla karşıladı. Bugün ise keşke, dedim. Keşke bana bağırsa da bunu dememiş olsaydı, dedim kendime. Keşke bilincim kapalı olsaydı da anlamasaydım. Keşke kulağım duymasaydı o an, dedim. O da kulağımın o an duymadığını düşünmüş de böyle konuşmuş herhalde. Yemek hazırlarken kulaklığımı takmıştım. Eşim mutfağa girip masaya oturdu. Güler yüzle karşıladım onu. Karşılık vermedi. Olsundu. Yeter ki benden gitmesindi. Önüme bakıp işime devam ettim. Alınmamıştım bu davranışına, anlayış göstermem gerektiğini biliyordum. Bir an kulaklığımın kulağımda olduğunu ve bir ihtimal de olsa bir şey söylerse onu duyamayacağımı söylemek istedim. Bu durumu ona bildirmek için, kulağımda kulaklık var bir şey söylersen duymam, haberin olsun, dedim. Kulaklığımı taktım ama müziğimi henüz devam ettirmemiştim. Telefonumun ekranına davranırken duymadığımı düşündüğünü farz ettiğim o kıyamet etkisindeki sözü söyledi. Eğer tanrı bir azap verecek olsaydı azap kesinlikle bu tarzda olurdu. Eğer bir mahkeme en ağır cezayı verecek olsaydı o kesinlikle bu olurdu. Gülünce ortamı gül bahçesine döndüren bu beyden, kötülükle dolu olmayan bu zarif zihinden, O güzel dudaklarının arasından dikenli giysiler gibi her an acı verecek bir söz çıktı:
SÖYLEMEM!