Kendimi bir anda kutupların tam da ortasına düşmüş gibi hissettim. Dışarıya adım attığım an vücudumun her bir köşesinde bir titreme meydana geldi. Üzerimdeki onca kalın kıyafet sanki sadece göstermelikmiş, sanki amacı sadece zihnimi ısıyı koruduğuma ikna ederek kandırmakmış gibi. Hayat da böyle değil midir? Bir amaç bulursun, sonu unutturmak için. Kendimizi kandırmakla geçirdiğimiz bir yalan.
Aydınlık yerini çoktan karanlığa bırakmıştı. Güneşin hükmü bitmiş, ayın hükmü başlamıştı. Ben de başımı kaldırıyor, hükümdara selam verip yoluma devam ediyordum. Her zamankinden daha uzun geliyordu yol, bitmiyordu ama bitecekti çünkü her yolun bir sonu vardır ve bir de sonsuzluğu.
Hikayelerin arasında yürürken kendi hikayemi düşünüyordum. Buraya kadar yazmayı başardım ama devamını nasıl yazacaktım? Bu hikayeyi yazmak benim elimde miydi? Yazar ben miydim? Sartre’ın sesi yankılandı kulaklarımda “Elbette sensin ahmak!” diyordu bana. “Nasıl bu kadar eminsin?” diye sordum ona. “Benimle mi hesaplaşacaksın?” diyerek karşılık verdi. Haklıydı; onunla hesaplaşmak beni aşıyordu. Hesaplaşmayı seçmemeyi seçtim ve yoluma, sonlu sonsuzluğa devam ettim.
Sahile vardığımda her yer terk edilmiş gibiydi. En ufak ses işitilmiyordu. Buradan daha önce bir varlık geçtiğine hayatta inanmazdınız. Sadece mavi sanatçının yaptığı, dalgalar halinde gelen muhteşem müziği dinliyordum. Müzik o kadar sakinleştirici geliyordu ki insanların neden kendini uyuşturduğunu anlayamıyordum zira bundan daha sarhoş edici bir şey bilmiyordum. Gözlerime ağırlık çökmeye başladı ve ben teslim olmaya çoktan hazırdım.
Gözlerimi açtığımda kumların üzerinde yatıyordum. Ayağa kalktım, sırtım çok acıyordu, bir tavuk gibi kızarmıştım. Kumların üzerinde yürümeye başladım. Karşımda kocaman bir kum tepesi vardı. Zirvesine doğru tırmanmaya başladım ancak ne kadar ilerlersem tepe beni o kadar yutuyordu. Sonunda sürünerek zirveye ulaştım. Karşımda bir ev vardı, yavaşça eve doğru yaklaştım ve kapıyı çaldım. Hiç kimse karşılık vermiyordu, bir kez daha çalmayı denedim ancak yine karşılık bulamadım. Bunca kumun ortasında bu ev ne geziyordu ki? Kim burada yaşamayı isterdi?
Bir anda fırtına çıktı. Gözlerim uçuşan kumlardan iki metre ilerisini göremiyordu. Arkamı dönüp gidiyordum ki açılan kapının sesini duydum. Kapıya keskin bir bakış attım, bir silüet belirmişti. Elimi gözlerimin önüne doğru kaldırdım ve kapıya doğru yürümeye başladım. Evin içerisinden sanki sonsuz bir karanlık yükseliyordu. Koşarak evin içerisine daldım, silüet kapıyı kapattı ancak hala onu göremiyordum. Evde ne bir pencere vardı ne de bir ışık.
“Işığınız var mı?” sorusu istemsizce döküldü dudaklarımdan. Silüet bana döndü; “Işıksızlık mıdır göremiyor olmanın sebebi?” diyerek karşılık verdi. Pek bir şey anlayamıyordum, “Sence nedir?” diye sormak zorunda kaldım. Hareket etmeye başladı ve bir yere uzanarak eline bir şey aldı. Hızlıca elindeki bir şeye sürttü ve kıvılcım çıkardı, hemen arkasından ateş yandı. Ateşi yüzüne doğru yaklaştırdı; “Şimdi görüyor musun?” dedi. Göremiyordum. Yüzü sanki ışığı yutuyordu. Yüzü hala karanlıktı.
Çaresizlik içerisinde “Neden seni göremiyorum?” diye sordum. Yavaşça yüzünü bana doğru yaklaştırdı; “Çünkü korkuyorsun, çünkü buna cesaretin yok.” diyerek karşılık verdi ancak onu muhtemelen tanımıyordum bile, neye göre korkabilirdim ondan?
“Ben seni tanımıyorum bile!” diyerek çıkıştım. Kahkaha sesleri tüm evin içerisinde yankılanmaya başladı “Bu konuda haklısın.” diyerek karşılık verdi. Daha fazla dayanamıyordum, dışarı çıkmak için kapıya doğru yöneldim. “Nereye gidiyorsun? Dışarıda da durumlar çok mu farklı? 2 metre ötesini göremiyorsun.” sözleriyle adeta dalga geçti benimle. Haklıydı da, bu yüzden çıkmaktan vazgeçtim.
“Bana kendini gösteremeyecek kadar korkak olan sensin ama beni korkaklıkla suçluyorsun!” sözleriyle saldırdım ona. Sakince bana doğru yaklaştı; “Sen korkak olduğun için ben de korkağım zaten.” diyerek karşılık verdi. Daha fazla dayanamıyordum, üzerine doğru yürümeye başladım; “Bana derhal kendini göster!” diyerek göremediğim suratına doğru bağırdım. Oldukça yavaş bir şekilde suratını suratıma doğru yaklaştırdı ve karanlık yerini aydınlığa bırakmaya başladı. Gözlerim acaba beni yanıltıyor mu diye ovaladım ancak doğru görüyordum; karşımda duruyordum.
“Buraya nasıl geldiğini hatırlıyor musun?” dedi fısıldayarak. Hatırlayamıyordum. “Neresi burası?” diye sordum.
“Burası karanlığın ta kendisi.”
“Karanlık kimdir?”
“Sensin.”
“Aydınlık kimdir?”
“Benim.”