“Yatağımın karşısında bir pencere var. Odanın duvarları bomboş. Nasıl yaşadım on yıl bu evde? Bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? Ben ne yaptım? Kimse de uyarmadı beni. İşte sonunda anlamsız biri oldum. İşte sonum geldi. Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım.” Ne derin ne içten dökmüş içini Oğuz Atay o eşsiz romanı Tutunamayanlar’da. Kitabı bir kenara bırakıp uzun uzun düşünmeli. Hayatımıza bir kez olsun uzaktan bakıp ”Ben ne yapıyorum?” demeli. Hayatımız çok iyi veya çok kötü gidiyor olabilir, fark etmez. Oğuz Atay yaşamaktan -gerçekten yaşamaktan- nasıl koşarak uzaklaştığımızdan bahsediyor burada. Çünkü iyi veya kötü; yaşamış olmaktır önemli olan. Yaşayabilmiş olmak. Hepimize tanıdık, bir o kadar da hepimizden kilometrelerce uzak satırlar. Biz de korkuyoruz yaşamaktan. Hem de ne korkmak! Ödümüz kopuyor birine iki kelime laf söylerken bile. İnsan korkusu demek geliyor içimden. Çünkü ne gelirse başımıza insandan geliyor. Kırk kat el veya karındaşımız. Fark etmiyor artık. Güven kaybolalı yıllar oluyor. Aramıyor değiliz de en son gören kişi bu hayattan gideli çok olmuş. Yerini bilen yok, öyküsünü duyan da. Belediyede çalışıp aynı zamanda altın arayan kırk beş yaşındaki abiler gibiyiz insanlık olarak. Ya da geçici iş diye çalışmaya başlayıp on yıl doldurduktan sonra derin bir pişmanlık duyan kasiyerler gibi. Korku var ama umut da bırakmıyor peşimizi. Ya bulursak aradığımızı? Mutlu mu oluruz? Yok o kadar da değil. İnsan mutlu olamaz ki. İstediği bir şey olduğunda bir anlık sevinç duyar, daha sonra geçer hemen. İstemediği, yapamadığı şeyleri düşünür ve bulur mutsuzluğu. Güven kadar mutsuzluk da peşinde koştuğumuz bir ihtiyaç aslında. Tek farkı mutsuzluğa olan ihtiyacımızı hissetmeyiz. Doyumsuzluk artık tuvalete gitmek gibi bir şey ya, mutsuzluk da bu yolda ilerliyor. Onu da yemek yerine koyarsak huzur içinde değilse bile ne yaşadığımızın farkında olarak ölürüz. Çünkü hayata pozitif bakmak kadar, hayatın farkında olmak da önemlidir.
Abonelik
0 Yorumlar