Son koliyi de bantlayıp odanın içine şöyle bir göz gezdirdim. Elif’in artık büyüdüğü için kullanmak istemediği tüm eşyaları koliye koymuştum. Okul çıkışında onu alıp götürecektim ve yeni eşyalar alacaktık odası için. Sonra da istediği bir yerde yemek yiyip eve dönerdik. Sonra Elif nasıl isterse öyle düzenlerdik odasını.
Elif’in odasını ilk kez düzenlerken Elif yoktu henüz. Pınar vardı. Karım. Elif’in annesi. Pınar ve ben bir kız çocuğumuz olacağını öğrendiğimizde Pınar’ın günler süren çalışmaları sayesinde bu hâle getirmiştik bu odayı. Elif daha doğmadan Pınar, kızımızın her şeyini yerli yerince hazırlamıştı. Şimdi ikinci kez, bu odayı Pınar’ın düzenlemesinden tam dokuz yıl sonra, düzenliyoruz. Elif ve ben…
Kafamdaki tüm o dalgın düşünceleri dağıtıp saate baktım. Elif’in okuldan çıkmasına iki saat vardı hâlâ. Koliyi kucaklayıp bodrum katına doğru yürümeye başladım. Yılda en fazla iki kez girdiğimiz bodrum katını, anılarımızla beraber doldurmuştuk. Zamanın üzerinden sıyrılmayı başaran tüm o güzel günleri buralara saklamıştık. O yüzden buraya attığım her adım, sanki geçmişe attığım bir adım gibi hissettirirdi. Işığı yakıp koliyi yerleştirdim. Tam arkamı dönüp çıkacaktım; tam ensemdeki karıncalanmayı hissetmeme sebep olan sesi duydum: “Metin, hoş geldin.”
İrkildim. Çok korktum. Gözlerime inanamıyordum. Zihnim benimle alay mı ediyordu? Yoksa gerçek olabilir miydi bu? Toprağa bıraktığım karım burada olabilir miydi? “Otursana Metin! Ayakta mı dikileceksin?”
Arkasını dönüp gitti. Kaybolduğunu sandım birden. Peşinden gittim. O nereye gitse siyah dalgalı saçları da onun peşinden savruluyordu. Benim gibi… Tozlu bir banka oturup sol eliyle iki kez vurdu banka. Gidip Pınar’ın yanına oturdum.
“Burada ne işin var Pınar?”
Birden kaşları çatıldı. Yüzündeki sargıya rağmen görebiliyordum kaşlarını çattığını. Demek yüzü hâlâ sargılıydı. Demek geçirdiği kazanın izlerini taşıyordu hâlâ.
“Ne demek ne işim var, burası benim evim değil mi?”
Gerçekti bu. Pınar buradaydı. Dönmüş müydü evimize? Kim bilir Elif ne kadar sevinecekti. “Öyle demek istemedim. Seni görmeyi beklemiyordum. Yüzündeki sargıları hâlâ çıkarmadılar mı?”
Yeşil gözlerine bu sefer bir hüzün çöktü. Ölmüş olmanın hüznü müydü bu? Pınar gözlerimin önünde, öldüğü için mi üzülüyordu?
“Ne çok soru soruyorsun Metin. Ben ne anlatayım ki sana? Sen anlat hadi. Elif nasıl?”
“Elif çok iyi. Öyle güzel büyüdü ki… Sanki yeni bir Pınar büyüyor evin içinde. Tıpkı senin gibi şarkılar söylüyor uyanır uyanmaz. Çok seviyor şarkı söylemeyi. Saçları gibi sesini de senden almış. O da saçlarını uzun seviyor. Biliyor musun, ben kesiyorum Elif’in saçlarını. Eğer fazla kesersem küsüyor bana. En çok yaprak sarma yemeyi seviyor ama ben pek beceremiyorum o yemeği. Sen olsan becerirdin. Ama sen de yoksun işte. Annemler yaptıkça yiyor Elif de. Derslerine de çalışıyor. Hiç üzmüyor beni. Ben söylemeden bütün ödevlerini bitiriyor. Kitap okuyor her gün. Her cuma günü okul çıkışı kütüphaneye götürüyorum onu. Çok seviyor kütüphaneyi. Güzel bir çocuk Elif. Eksik bir çocuk ama öyle güzel gülüyor ki kimse anlayamıyor Elif’in içinde eksik bir parça olduğunu. Seni çok özlüyor. Bazen dizime yatıp seni soruyor. Gittiğimiz tatilleri, seni kızdırdığım zamanları, beraber yaptığımız her şeyi anlatıyorum ona. Çok gülüyor dinlerken. Elif’in bir gülüşü var ki Pınar, görmen lazım. Güldükçe içinde öyle derine batırıyor ki bir şeyleri… Güldükçe kapanıyor sanki yaraları, yaralarımız.”
“Canım kızım benim. Güzel kızım. Aferin ona.”
“Pınar, keşke Elif varken gelseydin. Elif de görseydi seni. Ne kadar sevinirdi… Beklesen olur mu? İki saate alır getiririm Elif’i.”
Alay eder gibi baktı bana Pınar. Aldanmamam gereken bir sanrıya aldanıyordum. Tüm gerçeklikten daha gerçek gibi duran bu kadını ellerinden tutup gömüldüğü yerden çıkarmak istiyordum. Elif’e anlatmayı unuttuğum tüm güzel günleri Pınar anlatsın istiyordum. Elif’in ona ne kadar benzediğini o da görsün istiyordum. Ama Pınar öyle acıyarak baktı ki bana soruma verilebilecek tüm cevapları verdi bir çift yeşil gözle. Sonra birden yeniden gülümsedi. Kafasını dikleştirdi, daha dik oturdu. Ölüler dik oturabilir mi?
“Sen nasılsın Metin? Saçların beyazlamış. İşe de gitmemişsin.”
“Hayatın her noktasından kendimi soyutladığımda, kendime yalnız kendimi bıraktığımda kapkaranlık bir odanın içinde buluyorum kendimi. Elimden gelmeyen, başaramadığım, olduramadığım şeylerin acısı büküyor belimi. Neden beklemedin o gün Pınar? Gelip ben alacaktım seni. Bekle demiştim. Ne acelen vardı Pınar? Öldün işte mutlu musun? Öldün sen. Dur Pınar… Öyle demek istemedim. Gitme, biraz daha kal.
Sanırım hayat böyle. Kuralları belli olan bir oyun. Ben neden beceremiyorum bilmiyorum. Neden kendime sözüm geçmiyor bilmiyorum. Sen gittiğinden beri o kadar çok ‘Neden?’ diye sordum ki kendime sessiz sessiz. Elif duymasın diye… İlk zamanlar daha kötüydü her şey. Elif daha küçücüktü. Sensiz kalmak ne demek yeni öğreniyordum. Meğer sensiz kalmak öyle iki üç kelimeyle anlatılacak gibi değilmiş. Sen bu evin ruhu gibiymişsin. Sen gidince evimiz de öldü. O kadar alışmışım ki senin sesinden şarkılar dinlemeye. Sanki tüm dünyada, tüm şarkıları susturdun sen giderken. Bu evin her parçası senin yasını tuttu. Senin neşenmiş, sevginmiş bu evi yuva yapan. İşte ilk gittiğinde öylece kalakaldım. Elif büyüdükçe bu evin sesi olmaya başladı. Hayat benimle böyle alay etti işte. Çocuğumun tıpkı sana benzeyen bedeninde, senin sesini duymaya başladım. Bilmiyorum Pınar, delirdim mi acaba? Delirmedim, hayır. Elif’i gören herkes aynı annesi diyor. Elif de çok seviyor sana benzemeyi.
Elif büyüdükçe sıkı sıkı tuttu elimi. Ben de onu tuttum. Annesiz büyüyen bir çocuk oldu benim kızım. ‘Keşke annem de burada olsaydı.’ isimli her buruk gecede bana sığındı. Ben de ‘Keşke Pınar da burada olsaydı.’ isimli her buruk gecede ona sığındım. Ne denilebilir ki Pınar? Öldün işte sen. Çok merak ediyorum bazen acaba ölmek nasıl bir duygu. Sen bilirsin, anlatsana bana. Ölülerin canı yanıyor mu çok merak ediyorum. Öldüğün yerde sen de bizi özlüyor musun? Bizim de ölmemizi istiyor musun içten içe? Toprağına döktüğümüz su nereye gidiyor mesela? Üşüyor musun geceleri? Ölüler üşüyebilir mi? Çok merak ediyorum. Sen öldün, biz kaldık. Sana da zor mu acaba bu ayrılık? Pişman mısın öldüğün için? Sen de kendine sorup duruyor musun ‘Neden?’ diye? Ölmek sahiden de kurtuluş mu yoksa boyutsal bir son mu? Her istediğinde görebiliyor musun bizi? Dünyanın her köşesinde dilediğince dolaşabiliyor musun? Neyse Pınar, boş ver bu soruları. Zaten ölüsün, bir de ben canını sıkmayayım. Pınar? Pınar… Yine mi gittin?”
“Dert değil. Ölüler yalnız olduklarını da bilmez ne de olsa.”