“Türkiye’de atanamayan öğretmen sayısının İzlanda’nın nüfusundan daha fazla olduğunu biliyor musunuz bayım?” Sesim biraz yüksek çıkmıştı, oysa artık mikrofona konuşmuyordum. Hatta amacımdan uzaklaşmış olacağım ki kalabalıkta da gezinmiyordu gözlerim, yalnız biriyle temas halindelerdi. “İndirin şu şarlatanı kürsüden! Ha bire böyle kendini bilmişler çıkıyor, karnınız doymuyor mu, aç mısınız bu ülkede ulan kardeşim ya!” Ne dediğini kendi bile bilmiyordu, hayır. Böyle bir insana nasıl laf anlatacaktım? Ağzında sarı filtre bir sigara, elinde henüz okumadığı belli olan lastikle rulo edilmiş bir gazete, başında bir kasket, boştaki eli de havada… Gerçekten, ne denir ki?
İki güvenlikle kürsüden inmiş ve arka tarafa geçmiştim. Sinirliydim, belki de hiç olmadığım kadar. Daha da kötüsü konuşma arasında durmadan zart zurt telefonum da çalmıştı, sessize aldım sanıyordum ama titreşime almışım. Arayana baktığımda yabancı bir numaraydı, bu kadar istekli çalması garipti. Hoş, tanıyan kimse aramazdı. Herkes ne denli uğraşıp sonunda göz koyduğum sahneye çıkabilmenin benim için ne kadar önemli ve ciddi olduğunun farkındaydı. “Selim Bey, burada kalabalık etmeyin lütfen. Evinize gidin, arkadaşlar devam edecektir…” Konuşmasının devamını beklemeden ilerlemeye başladım. Bir yandan yabancı numarayı aramak için telefonu tekrar açmıştım, 6 cevapsız çağrı… Benden önce davranmıştı, telefon tekrar aynı numarayla ötüyordu. “Buyurun, kimsiniz?” Telefonun ucunda nefeslerini duyduğum biri vardı, sanki koşuyor gibiydi. Sorumu tekrar ettiğimde bir iç çekiş duydum.
“Kusura bakmayın Selim Bey, acaba olduğunuz yerde durabilir misiniz? Konuşmanıza yetişemedim ama… Bir dakika durun.” Omzuma bir el dokundu, döndüğümde ellerini dizine koymuş soluklanan bir beyefendiyle karşılaştım. Telefonda konuştuğum bu insandı, zerre tanımıyordum. Durdurduğu sokakta yanımızda bulunan kahveyi işaret etti, yavaş adımlarla yürüyüp beni de peşine sürükledi. Oturduk, bir su içti derken sonunda konuşmaya hazır şekilde anlamsız bakan gözlerime baktı.
“Ben Tuğrul, gazeteciyim. Merak etmeyin efendim, amacım röportaj olduğundan koşmadım peşinize. Aslına bakarsanız, sadece sizi nereden tanıdığımı açıklamak için söyledim mesleğimi. Başka bir amacım olduğundan değil yani. Bundan birkaç sene önce ülkemizin gündemine oturduğunuzda haberinizi ilk ben yapmıştım. ‘Dinlenmeyen Konuşmacı Selim Kasra’. Evet, bu manşeti ben atmıştım…” Sinirden gözüm dönmüştü, masadan doğrulup yakasına yapıştım. “Bana neler çektirdiğinizden hiç haberiniz var mı? Bunun da haberini neden yapmadınız?” Elime birkaç kez vurarak yerime geri oturttu. “Amacım bu değil hatta sevineceğinizi düşündüğüm bir haberle geldim size. Ben sizi eskiden beridir tanıyorum. Büyük bir haber yapmaya çalıştığım dönemlerdi, ağzım açlık kokuyordu inanın. Sonra pek ummuyordum ama sizin haberiniz iyi olay oldu. Öğretmen adayları için yapmaya çalıştıklarınız çok önemli geliyordu bana… Şimdi burada olduğunuzu duyunca koştum geldim, görüyorum ki kendi derneğinizde bile kürsüden indirildiniz. Evet, açıkçası amacım sizinle röportaj yapmaktı. Ama bu sefer kendim için değil, sizin için de değil. Gerçekten amaçladığınız devrim için yardımcı olmak istiyorum size. Ben kötü şeyler yaşadım Selim Bey, çok kötü…” Beni hiç alakadar etmiyordu, konu bendim o değildi. Ama kendine çevirmişti olayı ve bir şey deme şansı da bırakmıyordu. Dediklerini kafamda tartmaya çalışıyordum, beni mahveden ve kötü bir imaj çizen insan buydu. Bu durumu değiştirmek isteyen de…
“Bakın, bana Türkiye’nin en büyük gazetesinde haber yapma şansı verildi. Tek bir haber yapacağım, yalnızca bir haber. Ve benim isteğim bu durumdan sizi kurtarmak, lütfen… Sonunda konuşacaksınız ve inanın dinleyecekler. Çünkü dinlemeseler bile en azından baştan sona konuşmuş olacaksınız, ilk defa konuşmanız kesilmeyecek Selim Bey… İsterseniz size bir çay ikram edeyim, buyurun sigara da alır mısınız? Tamam, her neyse başlamak ister misiniz?” Ne olacaksa olsun kafasındaydım artık. Ama doğru, her şeyi bir kenara bıraktım. En azından belki yine dinlenmeyecektim ama konuşacaktım. En azından şimdi odamın duvarlarında yankılanmayacaktı sesim. Kafamı olumlu anlamda salladığımda cebinden bir cihaz çıkardı ve başlatma düğmesine bastı. Evet, başlıyorduk.
“Adınız, yaşınız ve mesleğiniz nedir?”
“Selim Kasra, 38 yaşındayım. Edebiyat Öğretmenliği bitirdim ama şu an bir marangoz yerim var…”
“Sizi ‘Öğretmen Adayları İçin Çabalayan’ olarak biliyorlar. Gençler tarafından çok seviliyorsunuz ama toplumun büyük bir kısmı tarafından dışlandığınızı da görüyoruz maalesef. Kendiniz de öğretmenlik okudunuz ama olamadınız diye mi bu amacınız?”
“Siz bilir misiniz yılların hiçbir sonuç getirmemesini? Ananıza babanıza ileride bir dağ başında ev alıp, şehirden uzaklaştırıp rahat bir yaşamla hayatlarını sürdürmelerini hayal etmeyi? Çalışıp çabalayıp bir şeyler kazanıp da bunca sıkıntının artık huzura kavuşmamasını? Öğretmen olmak istedim evet, çok istedim… Sanki ülkenin problemi çok okuyup öğretmen olan insan var da öğrencilere bile fazlaymış gibi görünüyor… Yahu farkında değil mi bu insanlar? Yıllarca öğreniyoruz, niye? Öğretmek için… Bana bu o kadar acı geliyor ki, sanayilerde sürünen çocukları toplamak yerine öğretmenlere iş yok demek… Kusura bakmayın sorudan biraz uzaklaştım. Ben bu amacı 10 yıldır atanamadığım için edindim. Başta çok büyük bir problem değildi ama bu süreç çok kısa sürdü. Artık ana baba himayesinden çıkıp genç yetişkin olduğumun farkına vardığımda hala babamdan kartıma atacağı parayı beklememem gerektiğini de anladım. Benim gibi kaç insan var biliyor musunuz?”
“Selim Bey, haklısınız sizin durumunuzu yaşayan insanların matematik olarak da büyük boyutlarda olduğuna hepimiz aşinayız. Ama bu duruma nasıl karşı gelinebilir ki…” Sözünü kesip yerimden kalktım. Arkamdan bağırıp çağırıyordu, ”Ne ediyorsunuz siz?” diye bağırıyordu. Ama benim olayım bu değildi, ben gerçekten bana bakan gözlere konuşmalıydım. Bizzat kendim öğretmenler için bir dernek kurmuştum ama ben konuşmuyordum, olacak iş mi? Çok da uzak olmayan kalabalığa geri döndüğümde hâlen aynı olmasına sevinmiştim. Sahnede kimse yoktu, ara olmalıydı. Birkaç devlet büyüğü bile gelmişti, kürsüden indirilmiştim. Resmen kendi derneğimde… Yediremiyorum efendim, yediremiyorum! Arkadan kaptığım mikrofonla sahneye çıktım, herkes sanki mala bakar gibi bakıyordu. Aldırmıyorum, bugün burada konuşacağım ve beni dinleyecekler.
“Ben Selim Kasra, tabii siz beni ‘Boş Konuşan’ diye bilirsiniz. Hayır, bunlara kulağınızı kapatmayın; dinleyin! Benim gibi kaç insan var, biliyor musunuz? Saçlarımın ağarmasına bakmayın, 40’ımı görmedim henüz bey amca! Sıkıntıdan bunlar, inan sıkıntıdan! Senin gibi tarla sürmedim diye beni kötülüyorsun, ne yollarda süründüm ben biliyor musunuz? Evet, İzlanda bir ülke. Aynen Türkiye gibi bir ülke işte. Ve Türkiye’de atanamayan öğretmen sayısı bu ülkenin hatta ve hatta 30 kadar daha ülkenin nüfusundan daha fazla. Bunun ne büyük bir boyuta ulaştığının farkında mısınız? Siz sigaranızı yakarken bey amca, ben de hayallerimle süslediğim kitaplarımı yakıyordum. İnan bana bey amca, onun dumanı senin sarı filtreden daha acıdır!” Bana doğru yönelen aynı güvenlikleri bir devlet büyüğünün eli durdurmuştu. Sanırım söylediklerim sonunda birilerinin ilgisini çekmişti. İlerideki anayolda duran arabaların ışığı sokak lambalarına katılmıştı, etraf şimdi daha aydınlıktı.
“Bakın ben işin parasında hiç değilim, elbet bu da önemli ama bunu da önemli kılan yine bizzat bizleriz. Öğretmenlerime hayretle bakıp bir gün burada benim gibi öğretmenlik hayalleri kuranlara örnek biri olacağımı düşünürdüm. Ben değil, yüzbinlerce insan düşündü bunu… Bazen bir bakkalın bir öğrenciden daha iyi geçmiş bildiğine şahit olursunuz. Şaşırmayın buna tarih öğretmenliği bitirmiştir. Bir uyuşturucu işi yapan insanın 50 yaşında olmasına da şaşmayın, kimya öğretmeni. Başınız dönünce hemen anlayan ve bir ıhlamur kaynatıp getiren garsona hiç şaşmayın, biyoloji öğretmeni belki… Efsane matematik yapan kasiyer, matematik öğretmeni… Her durumda mantığını kullanan ve teselliyi iyi bilen bir marangoza da şaşmayın, edebiyat öğretmeni… Bazen tır şoförü, bazen mahalle bakkalı, esnaf… Her yerde vardır bir öğretmenlik bitiren. Diyorum ya, dinleyin. Ülkelerin nüfuslarından daha fazla bir sayı bu, çok daha fazla. Bir şeyler yapın, bir şeyler yapılmalı. Konuşun, susmayın. Bazen de dinleyin bey amcacığım. Şu yaşaran gözlerime bak, kaç gece uykusuz kaldı bu gözlerim. Uğraşıp, emek edip de karşılığını bulamamak ne acı değil mi? Bir tek bu meslek değil, her meslek için bu böyle. Ben sadece biri için konuşurum, o başkası için, öbürü bir başka meslek için… Ama yeter ki konuşalım, izin verin konuşalım. Biz çok konuşuyoruz da kendinize izin verin bazen dinleyin. Dinleyin bey amca, dinleyin ya! Öğretmen oluyoruz öğretmek için, madem bu kadar fazlayız artık gerekmiyoruz madem… Madem çok öğretmen var, yeterli madem.. Neden bu kadar cahil bir toplumuz o halde? Hayatın gerçeklerini konuşan birine böyle mi bakılır bey amca. Beni bırakın, sizin çocuklarınız da yok oluyor. Hayaller de yok oluyor, görmüyor musunuz? Konuşturmuyorsunuz. Duymuyorsunuz. Bizim ağzımızı kapadığınız yetmezmiş gibi kendi kulaklarınızı da kapatıyorsunuz. Yok ediyorsunuz, yetmez gibi arkanızı da dönüp gidiyorsunuz. Gidin hadi, durmayın. Ben konuşurum konuşmasına, olay benden çıktı artık. Ben susmayı da öğrendim, siz dinlemeyi öğrenin…” Boğazım kurumuştu, daha fazla konuşamıyordum. Anlamsız ve hayrete düşmüş gözlerle karşı karşıya kalmıştım. Önden bir alkış sesine çevrildi gözüm, mikrofon olmasına rağmen bağırarak konuşmama kızmamış tek insandı belki de. Peşime yürümüş olan Tuğrul Bey’di ilk alkışlayan. Sonra konuşmama devam etmemi isteyen o saygın insan alkışladı. Biraz sonra herkes alkışlamaya başladı, flaşlar patladı, arabalar korna çalıyordu. Tuğrul Bey haberimi yapacaktı ama devrim falan olmayacaktı. Yine de her şeye rağmen, gri bir sini etrafında oturan ölü hayatlar ‘Vay be, helal olsun adama.’ diyecekti, kendi hâline üzülecekti. Unutulan onlarca, yüzlerce, binlerce hayat vardı. Türkiye okuyordu, konuşuyordu, susuyordu, bakıyordu… Türkiye’de gençlerin yapamayacağı, cesaret edemeyeceği tek şey yoktu. Ama dinleyen de yoktu.. Devlet bile doğru yolu değil, kolay yolu seçerken… Bir genç ya hayallerini yakıyordu bu çağda ya da parliament… Hayallerini yakmayı hep daha basit hale getiren bu toplum, hiçbir zaman duymayacak. Bakmayın onca alkışa, beni sahneden indiren bey amca alkışlamadı. Çekip gitti, giderken de yaktı bir tane daha. Ne o hayatta varlığı tarihe geçecek biri ne de ben… Aynı yerden geldik, aynı yere gidiyoruz işte.
Abonelik
4 Yorumlar
Eskiler