Uzaklardan kendilerine doğru gelen bir konvoy gözlerine çarptı. En yüksek seviyede korunan konvoyun ortasında bir at arabası ilerliyordu. Karpuzun göbeği demek ki orasıydı ve diğer herkes gibi Şahin de tam olarak en tatlı kısmını istiyordu. Şahin, atının üzerinde sağ elini havaya doğru kaldırdı, tüm ordusu arkasında hazır bir biçimde bekliyordu, padişahın ise karşılaşacağı şeyden hiç mi hiç haberi yoktu ve Şahin’in elini indirmesiyle tepelerin üzerinden süvariler bir çığ gibi konvoya akın etmeye başladılar. Neye uğradığını şaşıran kapıkulu muhafızları eli ayağı dolanmış bir biçimde sağa sola kaçışmaya başlasalar da padişahlarının yalnız kaldığını görünce bir anda savaşmak geri döndüler ve at arabasının arasında atların ve kılıçların çarpışmasıyla yer gök birden bire inledi, arka arkaya gelen çığlık sesleri doğanın sessizliğini bozarken yerlere dökülen kan çimleri suluyordu ve bütün bu karmaşanın içerisinde Şahin, at arabasının kapısına kadar varmayı başarmıştı. Tam kapıyı açıyordu ki arabacı aniden “Deh!” diye bağırıverdi ve arabayı yokuş aşağı sürmeye başladı, Şahin hemen atına atladı ve askerleri geri kalanları temizlerken arabayı kovalamaya devam etti.
Arabacı Şahin’den kurtulmak için bulduğu bütün engelleri kullanmaya çalışıyordu ancak Şahin neredeyse kusursuz bir at binicisiydi ve bu tuzakların hiçbirisine yakalanmadan hedefine kitlenmiş bir şekilde avının peşinde ilerliyordu. Arabacı aniden arabayı sağına doğru çevirdi ve eline aldığı yayıyla şansını denemek istedi ancak şans ondan yana olmadı ve Şahin’i ıskaladı, Şahin arabaya iyice yaklaştı ve atının üzerine çıkıp arabaya doğru atladı, arabayı tutmayı başarmıştı.
Arabanın tepesine tırmandı ve elini beline atıp hançerini çıkardı, arabacının aklına yapacak bir şey gelmiyordu fakat hızlı düşünmek zorundaydı yoksa hem kendi canından olacaktı hem de adı tarihe padişahını koruyamayan bir beceriksiz olarak geçecekti. Bir anda dizginleri bıraktı ve ayağa kalkıp belinden hançerini çıkardı, araba sağa sola doğru yalpalamaya başlamıştı, dengede durması oldukça zordu, arabacı hançeriyle Şahin’e doğru hamlesini yapınca bir anda ikisi birden arabanın üzerinden yere yuvarlanıverdiler. Araba sürücüsüz bir şekilde bir süre ilerledikten sonra sonunda tekerleğini bir kayaya çarptı ve yan devrildi. Padişah arabanın içerisinde kısa bir süre baygın kalsa da hızlıca uyandı, bütün dünya onun gözünde beş dakikalığına sallanarak geçti ancak kendine gelmesi uzun sürmedi. Hemen arabadan çıktı ve kimseye gözükmeden ormanın içerisinde ilerlemeye başladı.
Bir süre yürüdükten sonra uzaklardaki bir çiftlik gözüne ilişti. Padişahın pek bir şansı yoktu ve bu kullanabileceği tek şanstı, çiftliğe doğru ilerlemeye başladı, bir yandan da at koşuşturmalarını duyabiliyordu, bütün ormanda yankılanıyordu. Hızlı olmak zorundaydı çünkü Şahin’in hâlâ peşinde olduğunu anlamak hiç de zor değildi.
Çiftliğin kapısına vardığında bir adam elinde kürekle kendisine doğru yaklaştı, “Bize kendini tanıt yabancı!” diye bağırdı. Padişah göğsünü kabarttı ve gür bir sesle çiftçiye doğru bağırdı, “Ben Doğu’nun ve Batı’nın sultanı, bu diyarın hükümdarı, Sultan Abdullah Han hazretleri. Peki sen kimsin?” Çiftçinin yüzünde yıkıcı denilebilecek derecede alaycı bir gülümseme belirdi, “Ben de bu çiftliğin Sultanı Mehmet Han!” Padişahın kabarmış göğsü bir anda iniverdi ve çaresizlik içerisinde somurtmaya başladı çünkü bir şeyi fark etmişti, artık karşısındaki çiftçiden hiçbir farkı kalmamıştı.
Padişah ne kadar uğraşsa da çiftçiyi bir türlü padişah olduğuna inandıramıyordu, çiftçinin gözünde padişah tanrı gibi bir şeydi, bu hallere düşmesine imkân yoktu. En sonunda padişah bir teklif yapmak zorunda kaldı, “Benim padişah olup olmadığımdan madem emin değilsin, o hâlde seninle bir anlaşma yapalım. Sen bir süre beni burada sakla, daha sonrasında beraber yola çıkalım ve eğer beni saraya sağ salim ulaştırırsan seni bu ülkenin en seçkin insanlarından birisi hâline getireceğim.” Çiftçi hâlâ durumu ciddiye alamıyordu, bütün bu yaşananlar ona çok komik ve saçma geliyordu. Karşısında muhtemelen bir deli vardı fakat ya gerçekten padişahsa? Eğer bu kişi gerçekten padişahsa hayatı bir anda değişebilirdi. Çiftçi bunu oynamaya değer bir kumar olarak gördü ve teklifi kabul etti. Kumar da nasıl olsa kaybetme şansı yoktu. Bütün kartlar onun elindeydi. En azından o öyle zannediyordu.
Padişahı saklamak için ahırın içerisine bir tünel kazdı ve üzerini de hayvan tezeğiyle güzelce kapattı. Hiç kimsenin tezeğin altını kontrol edeceğini düşünmüyordu, gerçekten de oldukça mantıklı bir fikirdi, tabii bunu bir de padişaha sormak lazımdı. Eğer o kokunun içerisinden sağ çıkabilirse onu Şahin bile öldüremezdi zaten.
Padişah tezeklerin altında iki gece geçirdi, artık dayanamıyordu ve gitmek istiyordu ancak çiftçi buna izin vermiyordu. Hâlâ tehlikeli olduğunu padişaha anlatmaya çalışıyordu ancak padişah birisini dinlemekten çok acizdi, ne istiyorsa bir anda yapılmasına alışmıştı, yine de çiftçi gitmesine izin vermedi ve tarih çiftçiyi haklı çıkaracaktı çünkü üçüncü gün at sesleri bir anda çiftliğin etrafını kuşattı.
Şahin atından indi, karşısındaki çiftçiye doğru ilerlemeye başladı. En başta hiçbir şey söylemedi, çiftçinin etrafında tam bir tur attı, keskin bakışlarıyla onu baştan aşağı süzdü, sonra beklenen soruyu sordu, “Onu nereye sakladın?” Çiftçi hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi sakin bir tavırla “Kimi?” diye sordu. Şahin hançerini çıkardı ve çiftçinin boğazına dayadı, “Söylesene çiftçi neden bu kadar sakinsin ha? Çiftliğine koca bir ordu geliyor ve sen bu kadar sakin kalabiliyorsun? Nasıl oluyor bu? Belki de kim olduğumdan haberin var! Belki de geleceğimi biliyordun. Hiç de şaşırmış gibi durmuyorsun zaten. Çiftçi, sana bir şey soracağım, sana ne teklif etti? Altın mı? Güç mü? Benim adım Şahin çiftçi, ben Şehzade Şahin! Ben tahtın gerçek varisiyim! Bugün kardeşimi bana teslim et yarın seni altınlar içerisinde yüzdüreyim çiftçi!”
Çiftçi bir an durdu ve kendi kendine, “Ben nereye düştüm böyle?” diye yakındı. Bir ordu geleceğini biliyordu ancak karşısına bir şehzade çıkacağı aklının ucundan bile geçmiyordu. Ortada bir kumar daha vardı, ya Şahin’i tutacak ya da padişahı kurtaracaktı. Hangisini seçerse seçsin kazanacak gibi görünüyordu, yine bütün kartlar onun elindeydi. En azından o öyle zannediyordu. Biraz düşündükten sonra bir karara vardı, Şahin’e yalan söylediği için padişahı verse bile onu öldürme ihtimali olacağını düşündü ve padişahı korumaya karar verdi.
Çiftçi, Şahin’e doğru “Burada kimse yok.” diye bağırdı. Şahin hançeri indirdi ve beline yerleştirdi daha sonra çiftliği işaret etti ve “Yakın!” diye haykırdı. Çiftçi Şahin’in bacaklarına kapandı, “Dur! Lütfen yapma! Yemin ederim burada kimse yok.” diye haykırmaya başladı. Şahin’in adamları çiftliğe daldılar ve çiftçinin eşiyle çocuklarını dışarı çıkardılar. Çiftlikten dumanlar yükselmeye başladı, padişah artan sıcaklıktan durumun ne olduğunu anlayabilmişti, yine de hayatta kalabilecek bir durumdaydı çünkü herhangi bir binanın içinde durmuyordu, dışarıdaki bir tezek yığının altında duruyordu.
At seslerinin uzaklaştığını duyan padişah hızla bulunduğu yerden çıktı ve çiftçiyi gördü. Çiftçi kollarının arasındaki eşinin ve çocuklarının kanlı bedenlerine sarılmış şekilde ağlıyordu. Padişah koşarak çiftçinin yanına gitti, gitmeleri gerektiğini ve zamanları kalmadığını söyledi. Çiftçi birden ağlamayı kesti ve öfkeli gözlerle padişaha döndü, “Gidelim.” dedi.
Çiftlikten sağ kalan atlardan birisini aldılar ve gidebildikleri en yüksek hızda sürmeye başladılar. Saraya birkaç gün içerisinde varabilirlerdi nitekim öyle de oldu. Saraya vardılar ve padişah yeniden tahtına oturdu, çiftçiyi de tabii ki es geçmedi. Ona çuval dolusu altın verdi ve bir medreseye, eğitim alması için gönderdi. Çiftçinin kafası gerçekten çalışıyordu, çok hızlı bir şekilde eğitimini tamamladı, pek çok âlimi bile hayrete düşürmüştü. Hemen ardından da savaşmayı öğrenmesi için doğruca kışlaya gönderildi. Padişah, eğitimini tamamlayan çiftçiye devasa bir ordu ve en yetenekli kumandanlarını vererek “Git ve intikamını al ondan.” emrini verdi. Çiftçi aylarca Şahin’in izini sürdükten sonra sonunda karşı karşıya geldiler. İki devasa ordu, dümdüz bir ovanın içerisinde karşı karşıya duruyordu. Çiftçi ya da yeni lakabıyla Mehmet Paşa, sanki doğduğundan beri bu anı bekliyormuşçasına heyecanlı ve hırslıydı. Ellerini ovuşturuyordu, aklından Şahin’e yapacaklarının fantezisini kuruyordu.
Şahin atıyla öne doğru çıktı, Mehmet Paşa da aynı şekilde karşılık verdi. İki kumandan atlar üzerinde karşı karşıya geldiler, birbirlerine karşı olan bakışları bir adamı ortadan ayırabilecek keskinlikteydi. Şahin, Mehmet Paşa’ya doğru bağırdı, “Karşımdaki savaşçının kim olduğunu bilmek isterim!” Mehmet Paşa yüzünü kapatan örtüyü kaldırdı, Şahin’in gözleri fal taşı gibi açılmıştı, “Ben Mehmet Paşa! Ben çiftliği yakılmış bir vatandaşım! Ben öldürülmüş bir kadının eşiyim! Katledilmiş çocukların babasıyım! Ve bugün senin karşına intikamımı almak için geldim.”
Şahin daha fazla konuşmak istemedi ve ordusunun başına geri döndü, Mehmet Paşa da aynı şeyi yaptı. Şahin sağ elini havaya kaldırdı, Mehmet Paşa aynı şekilde karşılık verdi ve ellerin inmesiyle demir ve kan birbirine karıştı. Şahin ve Mehmet, ordularının en önlerinde savaşırken çarpışmanın tam da ortasında karşı karşıya kaldılar. Mehmet elindeki ciridi aldı ve bir roket gibi rakibinin üzerine doğru fırlattı ancak Şahin de diyarın en hızlılarındandı ve sıyrılmayı başardı, hemen ardından Şahin kılıcını çekti ve atını Mehmet’in atına doğru sürmeye başladı, Mehmet hızla kalkanını kaldırarak karşılık verdi. Şahin hayretler içerisindeydi, bir insan nasıl bu kadar kısa sürede böyle savaşmayı öğrenmiş olabilirdi ki? İntikam duygusu insanı bu kadar mı canavarlaştırabilirdi?
Mehmet yayını eline aldı ve Şahin’e doğru bir atış yaptı ancak Şahin bunu da kalkanıyla savuşturmayı başardı. Hemen ardından Mehmet kılıcını çekti ve atını Şahin’e doğru sürmeye başladı, bunu gören Şahin’se kalkanını kaldırmak yerine kılıcını eline almayı ve o da Mehmet’e doğru atını sürmeye başladı. İki cengaver kılıçları havada birbirlerine doğru son sürat yaklaşıyordu ve en sonunda çimlerin üzerine düşen bir kelle oldu. Mehmet, Şahin’in kafasını iki metre göğe uçurdu ve padişaha götürmek için attan inip kellesini eline aldı.
Savaşı kazanmanın gururuyla saraya dönen Mehmet Paşa, padişahın önüne Şahin’in kellesini fırlattı. Padişah ayağa kalktı ve Mehmet’e bir nişan takarak onu onurlandırdı. Mehmet başını kalırdı ve padişaha keskin bir bakış attı, “Beni onurlandırdınız sultanım fakat intikamımı henüz tam almış değilim.”
Padişah önce şaşırdı ancak hızlıca toparladı ve gülerek “Kimi istiyorsan onu bertaraf edebilirsin. Koca bir ordu senin emrinde artık.” dedi. Mehmet Paşa gülümseyerek, “Çok doğru söylediniz. Kimi istiyorsam onu bertaraf edebilirim.” dedi ve odanın içerisinde aniden düzinelerce asker beliriverdi. Padişah daha neye uğradığını anlayamadan Mehmet Paşa hançerini çıkardı ve padişahın boğazını kesti. Padişah ayaklarının önüne devrildi, Mehmet Paşa padişahın kavuğunu çıkardı ve kendi kafasına takarak tahta oturdu. Ellerini iki yana açtı ve “Bundan sonra bana Sultan Mehmet Han diyeceksiniz. Şimdi gidin ve bu sarayda ne kadar hanedan üyesi varsa hepsini yok edin!” diye askerlerine doğru haykırdı. Askerleri kılıçlarını çekti ve bütün sarayı altına üstüne getirerek hanedan üyelerini kadın, erkek; yaşlı, genç demeden tek tek katletmeye başladı. Sarayın duvarları resmen kanla boyanmıştı, o bembeyaz duvarlar artık kıpkırmızı olmuştu.
Sultan Mehmet o gece ilk defa günlük yazmaya başlamıştı. Daha doğrusu sevdiği bir insanla mektuplaşmaya başlamıştı,
“Sevgili Ahsen,
Bir kumar oynadım, bu kumarda kartların hep benim kontrolümde olduğunu zannetmiştim fakat yanılmışım. Şu anda Doğu’nun ve Batı’nın tek mutlak sultanı benim. Başarmış olmayı hissetmem gerekiyor fakat öyle hissetmiyorum, hissedemiyorum. Ben her şeyi kazandım sanıyordum fakat her şeyi kaybetmişim. Sarayımda yüzlerce cariye var fakat hepsini toplasan bir sen etmiyor. Sarayımda bir sürü çocuk var fakat hiçbirisi bizim çocuklarımız gibi kokmuyor. Dünya kadar toprağım var fakat hiçbirisi o çiftlik toprağı kadar mutluluk getirmiyor. Ben kendi çiftliğimin sultanıyken başka bir şey aramıyordum, şimdi dünyanın sultanı oldum fakat o çiftliği arıyorum. Ben her şeyi kazandığımı zannediyordum fakat aslında her şeyi kaybetmişim. Eğer sen benim yanımda olmayacaksan ne yapayım ben bu dünyayı? Sen yanımda olmayacaksan yansın bu dünya.”
Abonelik
1 Yorum
Eskiler