Farklı yerlerde, farklı koşullarda iki insan aynı hisleri duyabilir ve aynı kaderi yazarlar mı hayatlarına? Aynı acılarla doğup hayatına son verme cesaretini paylaşabilirler mi? Bugün, sureti farklı, hisleri aynı iki insandan bahsedeceğim. Nilgün Marmara ve Antonia Pozzi…
Nilgün gözlerini 1958’de açtı dünyaya. Varoluşundan gelen acılarını 29 yıl kadar çekip 1987’de gözlerini yumdu. Antonia ise 1912’de başlayıp 1938’de bitirdi öyküsünü. Kısacık hayatlarında henüz 30’a varmadan aynı gemiye binip gittiler. ‘’Hayatın neresinden dönülürse kârdır.‘’ diyerek hayatta durmalarına bir sebep bulamayan hislerine, yalnızlığı ekleyip bavullarıyla bir daha dönmemek üzere gittiler. Belki de uyumsuzluğun ve hissizliğin karşılığıydı bu intihar. İnsan hissetmediği duygular yüzünden rahatsız olur mu? Tatmadığı bir şeyi arar mı? Buna ‘’hayır‘’ diyorlar ancak insan yaratma eyleminde bulduğu her şeyi madden görmek ister karşısında. İnancına inanç katar bu. Eksikliklerimizi bilip kapatabileceğine inandığımız şeyler yaratınca kafamızda, onların arzusu tutar bizi hayatta. Arzularımız büyüyüp bir çığ olduğu vakit bulamayınca karşımızda bu öfkeyle vazgeçeriz belki de hayattan. Antonia da Nilgün de çektikleri yalnızlıklarını kapatacak bir şey yarattılar kendilerine ve bulamadılar karşılıklarını. Hissettiklerinin karşılıkları bir tek kağıt ve kalemde yanıt buldu, onlara sarıp sarmaladılar kendilerini. Pozzi daha 14 yaşında hislerini aktarırken kağıda şu cümleleri yazdı.
“Korkuyorum ama neden bilmiyorum: Karşılaşacağım şeylerden korkmuyorum, belki de bir şeylerle karşılaşacağımı umduğum ve buna güven bağladığım için böyle. Zamandan, öyle alelacele kaçıp giden zamandan korkuyorum. Kaçıyor mu dedim? Yok, kaçmıyor, uçmuyor da: Kayıveriyor, dağılıyor, ortadan kayboluyor, tıpkı kapalı avucundan kayıp giden kum taneleri gibi akıyor ve ardında tatsız bir boşluk duygusundan başka bir şey bırakmıyor. Ama tendeki kırışıklıkların orasına burasına nasıl kum taneleri bulaşıyorsa, bizim üzerimizde de aynı şekilde zamanın izleri kalıyor.”
Zamanın ilk kez işleyişinin farkındalığının bir kanıtıydı belki bu cümleler. Zamanın nasıl ilmik ilmik kalbine işlediğinin kanıtı ve bundan etkilenen ruhunun izleri… Belki zamanın her gün katlanarak artan dayanılmazlığındandır bu erken göçüşü. Belki zamanla artan bu yalnızlık duygusudur insanı cüzam cüzam yiyen. Belki varoluş en büyük lanettir insana gelen. Nilgün’ün yalnızlığıdır onu hayatı yaşamaya engel kıldıran, aydınlığa kavuşamayan bir tünelin içinde yaptığı yolculuktur onun hayatı. Onu intihara sürükleyen melankolinin sessiz tınısıdır ve bu sessizliğin içinde savaştığı kafasındaki seslerdir.
‘’Çok yalnızım, mutsuzum
Göründüğüm gibi değilim aslında
Karanlıklarda kaybolmuşum
Bir ışık arıyorum, bir umut arıyorum uzun zamandır
Aradıkça batıyorum karanlık kuyulara
Kimse duymuyor çığlıklarımı
Duyan aldırış etmiyor çekip kurtarmak istemiyor
Bense insanların bu ilgisizliği karşısında ilgiye susamışım
Ümidimi yitirmişim
Biliyorum bir gün dayanamayacak küçük kalbim
Arkamı dönüp inandığım ve güvendiğim her şeye
Veda edeceğim.‘’
Verilen sözler tutulur, yazılanlar gerçek olur. Antonia da Nilgün de vedalı şiirlerini yaşamlarının en erken vakitlerinde hayata geçirdiler ve bu müphem hayattan kalplerindeki çiçeklerini soldurmadan göçtüler. İnsanı en çok belirsizlik yorar ya. Belirsizliğin kaygısıyla yiyip bitirir ya insan kendini. Hayat da tam bir belirsizliktir ve kesin olduğu tek konu budur. Bu da insan yaşamını trajik kılar.
”Her anın niye’sini sorgulayan bir varlığın saygısızlığını yok etmek için kararlaştırılmış bir eylem bu! Çocukluğun kendini saf bir akışına bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte! Bu tükenişle hiçbir yeni yaşama başlanamaz, bu nedenle tüm sevdiklerime elveda diyorum. Ben’i bağışlayın. Bunu en çok annemden, babamdan ve Kağan senden diliyorum. Dostlarımdan da! (Nilgün’ün intihar mektubundan)”
Her şeyden önemlisi… İnsanları anlamalıyız. İnsanları anlamak için uğraşmalıyız. Bir makine değiliz. Basit bir yapıt hiç değiliz. Hislerimizle karmaşık olan bedenlere mahkum ruhlarız. Ruhlarımızı okumaya çalışmazsak, karanlıkta parıldayan gözlerimizi anlamaya çalışmazsak… Nasıl bitecek öykümüz böyle anlamsız?
“Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim. Çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz. Yaşarken anlaşılmaya mecburum..” -Oğuz Atay.