Babam tarif etmişti bu hastanenin yolunu, ayakkabılarımın kenarının açıldığını söyleyince. Poşette ayakkabılar, aklımda yırtık ayakkabıyı niye hastaneye götürüyorum sorusu var. Paşa Camii’nin altındaki bedestene çay bahçesi tarafından girip hiçbir dükkâna uğramadan diğer tarafa çıkmış ve karşı sokağın solundaki ikinci dükkâna, Çelik Pençe Ayakkabı Hastanesi’ne girmiştim. Selam verip adımı, kimin oğlu olduğumu söyledim. Kenarı açılmış ayakkabılarımı gösterdim. Aldı ayakkabıları, inceledi, dikiş attı ve merhem sürdü. Sonra sapasağlam geri verdi, benim işi bitti zannettiğim ayakkabılarımı. İşte böyle oldu tanışmamız, ayakkabı cerrahıyla. Ben o zaman ilkokuldaydım. Aradan seneler geçti. Ben ilkokulu bitirdim, liseyi bitirdim, yakında üniversite de bitecek. Şimdi yine aynı yollardan geçiyorum. Bu sefer elimde çizgisiz bir defter ve tükenmez kalem, aklımda birkaç soru var.
–Kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
+İsmim Harun Örücü. Niğde’nin Bor ilçesinde doğdum. Lise mezunuyum. Endüstri meslek lisesi metal işleri bölümü mezunuyum. Ayakkabı tamircisiyim, yaklaşık kırk yıldır bu mesleği yapıyorum.
–Mesleğe nasıl başladınız?
+Mesleği baba mesleği olarak devam ettiriyorum. Ben ortaokul birdeyken babam bu mesleğin içindeydi, tamirat olarak. Okul yıllarımda öğle arası, hafta sonu, tatil döneminde babamın yanına giderdim. O dönem işler yoğun olduğundan, elemanı da olmadığı için babam bizi bırakmadı, bize zanaatı öğretmek zorunda kaldı. Lise bittikten sonra askerliğe kadar tamirat olarak mesleğin içinde uğraştım. Ara sıra sipariş olarak yeni ayakkabılar üzerinde çalışsam da yeni yapmada ustam olmadığı için devamlı tamirat olarak çalışıyordum.
–Çıraklık döneminiz nasıl geçti?
+Çıraklık dönemim çok zor geçmedi. Çünkü baba mesleği olarak 10 yaşında girdik, mesleğin içinde yetiştik. Her şeyi babamın yanında uygulamalı olarak yaptığımız için pek zorluk yaşamadık.
–Bize biraz ustanızdan bahseder misiniz?
+Benim ustam rahmetlik babamdı. Dedem de köşkerdi, babam da dedemden almış ustalığı. O da küçüklüğünde babasının yanında ufak ufak öğrenmiş. Babam tamirat yapmazdı, yeni satardı. Ekonomik şartlar değişince yeni satmayı bırakıp tamire döndü. Bu tamir de bizim ortaokul çağımıza denk geldi. O dönem iş de çok olunca biz de zanaatı oradan kaptık. Yani biz bu işi birkaç nesildir devam ettiriyoruz, dededen gelen bir şey. Şöyle düşününce 100-150 sene evveli diyebiliriz. Kardeşim de aynı işi yapıyor ama o yeni yapmaz.
–Mesleğin geleceğini nasıl görüyorsunuz, yeni ustalar yetişiyor mu?
+Nesil yetişmiyor. Benim iki oğlan var, elinizden öper. Biri üniversite mezunu, biri de şimdi üniversiteye girecek. Büyük oğlan zanaatı aldı ama zamanın ne getireceğini kimse bilemez. İşte ”Babamın mesleği, ben oturayım, kendime göre işimi yapayım.” derse ne âlâ ama gelmezse zorlamayla bu iş olmaz. Tabii eskiden mesleğe olan talep de daha fazlaydı. O dönem hafta sonu oldu mu çırakların cebinde para olurdu. Parayı nasıl harcayacaklar? Telefon yok, internet yok. Gençlerin yapacağı tek şey, bizim Bor için konuşuyorum, varsa bir sinemaya giderdi ya da arkadaşlar toplanıp bir kilo bandırma alsak yesek, cıncık şekeri alsak yesek diye düşünürdük. Şimdi nesilde bu yok, elinde cep telefonu, internet. Hep bunlarla vakit geçiriyor. Nesilde öz veri, çalışmak yok, memnuniyetsiz bir toplum yetişiyor. Hafta sonu babamız çağıracaktı da dükkâna gitmeyecektik, şimdi çocuğu kaldıramıyorsun ki. Bu zanaatın bitmesini istemeyiz. Çünkü dünyada kimse yalın ayak gezemez. Mesleğin geleceği konusunda devletin de yanlışları var. Bir çocuk ilkokulu bitirip ortaokula geldiği vakit öğretmenleri çocukların el sanatlarına yatkınlığını vesaire tespit edip ona göre yönlendirmeleri gerek. Ondan sonra bir ustanın yanına verildiğinde uygulamaları yaptığı zaman zanaat onun cebine girer. Şimdi devlet herkesi okumaya yönlendiriyor. Çocuk eğitim hayatının zirvesine geliyor, benim işim yok, ne yapayım diye düşünüyor. 20 yaşındaki adamı yanıma getirip oturttuğumda ne yapacak? Bir şey yapamaz, ben de bir şey diyemem. Çocuğun yönlendirilmesinde ailenin yeri de çok önemlidir. Şimdi aileler de sorumsuz. Çocuklarını yeteneklerine göre yönlendirmiyorlar. Zanaatın devam etmesi için küçüklükten başlamak gerekir. Bor’da 3 tane tamirci var, şu an nesil yetişmiyor. Bir de usta çırağa eğilmeyecek, çırak ustaya doğru yönelecek. Çırağın ”Zanaatımı alayım, ben bundan ekmek yiyeceğim.” diye düşünmesi lazım. Şimdi durum tam tersi.
–Mesleğinizin çıraklık döneminizdeki durumuyla şimdiki durumunu karşılaştırır mısınız?
+Ben mesleğe 10 yaşında girdim, şimdi yaşım 50 oldu. O zamanlar makineleşme zayıftı. Şimdi teknoloji ilerledi, her şeyin kolayı çıktı. Önceden ayakkabıları elle dikerdik, bir çift ayakkabı çift iğneyle aşağı yukarı bir saatte dikiliyordu. Şimdi makinelerle sürse sürse iki dakika sürüyor, iki dakika içinde ayakkabıyı dikip veriyoruz. Teknoloji ilerledikçe yapıştırma ilaçları da güçlü oldu. Deri ayakkabıya talep biraz daha azaldı. Doğal ayakkabı pek kalmadı, ayakkabıların yüzde ellisi imitasyona döndü. Hazır fabrikasyon, adam ucuza mal ediyor, fiyatlar da vatandaşa cazip geldiği için satışı kolay oluyor. Ama vatandaş gerçek derilerin sağlık sıhhat bakımından önemini bilmiyor, özellikle de yeni nesil gösteriş havasına dalıyor ama sağlık sıhhati kimse düşünmüyor.
–Mesleğinizin en zor tarafı nedir?
+Tamirde zorluk yok. İmalat olarak da kullanılacak malzeme ve ayakkabı modeline göre kalıp olması çok önemlidir. Memleket ufak olduğu için aradığımız malzemeyi bulmak çok zor. Kullanılan malzemeleri birbiriyle bütünleştirmek zordur. Bu bütünleşme güzel olursa iyi bir sonuç alınır. Bana göre bundan başka zorluğu da yok. Burada tabii kullanılan malzemenin kalitesi de önemlidir. Kalitesiz malzemeden kalitesiz ürün ortaya çıkar. Bu da ustalığa laf getirir, biz de bunu istemeyiz. Çünkü gelen müşteri güvenerek gelmiş, ”Harun usta ayakkabı yaptı mı üç sene giyeriz.” düşüncesiyle gelmiştir. Kalite olarak, isim olarak bunu aşağıya düşürmeyiz. Müşteri de bundan memnun kalır, bir yerde gördüğü zaman “Usta bir ayakkabı yaptı, Allah razı olsun üç senedir giyiyorum, bir şey olmadı.” der, bu da insana ayrı bir haz veriyor. Böyle bir durumda insan zanaatın ne kadar değerli olduğunu anlıyor. Zanaatın zirvesine ulaşmış usta yoktur. Usta müşteriye her zaman açık olmalıdır, ne kadar iyi usta olursa olsun. Müşteri ustayı bir usta daha yapar. Bu yüzden gerçek ustanın, müşteriyi kendinden daha üstün görmesi lazım. Zaman değiştikçe insanların beğeni algısı da değiştiği için usta zamanına göre kendini yenilemesi, her daim yeniliklere açık olması gerekir.
–Siz ayakkabı da yapıyor musunuz yoksa sadece tamirat mı yapıyorsunuz?
+Evet, yapıyorum. Tasarım olarak kendim çizerim, kendim keser dikerim, işçiliği yapar kutuya koyarım. Sipariş de yapıyorum. Müşterime kalıplarımı söylerim, ona göre yaparım. Fazla detaya girdi mi biraz zor olur ama yine de yapılır. Hiçbir şey yapılmaz değildir. İnsanın kafasını çalıştırması, üzerine düşünmesi, emek vermesi gerekir.
–Peki bir ayakkabının yapımı ne kadar sürüyor?
+Kullanılan malzemeye göre değişir. Örneğin köselenin yapımı iki-üç günü bulur. Hazır tabansa kalıbı alırsın, montalarsın, yaparsın yani gevşek malzemeden oldu mu bir günde kutuya girer. Ama köselenin kuruması, şeklini alması gerekir.
–Hiç bu mesleği bırakmayı düşündünüz mü, başka bir meslek yapmak ister miydiniz?
+Mesleğimi severek yapıyorum. Hiç böyle şeyler düşünmedim. Daha ilerisini düşündüm. Bir isim, marka olarak ayakkabı yapmayı düşündüm. Tek hedefim budur. Bugünün büyük markaları, Greyder, Kemal Tanca gibi marka yapıp gelecekte isim olarak durmasını isterim. Zanaat olarak hiç arkama bakmam hep ilerisini düşünürüm. Bugün büyük markalar var. Bu markaları kuran insanlara baktığımız zaman hep böyle, bizim gibi çekirdekten gelme insanlardır. Zanaatı gerçekten sevdikleri, yeniliklere açık oldukları ve emeklerini esirgemedikleri için zirveye geliyorlar.
–Toplumun bu mesleğe bakışını nasıl yorumluyorsunuz?
+Günümüzde alttan gelen nesil olmadığı için mesleğimiz bitmekte olan bir zanaat olarak görülmekte. Mesleğimiz biraz pis olabilir: Affedersin, adam tuvalete giriyor, ahıra giriyor sonra ayağındaki ayakkabıyı getiriyor. El kiri alın teri, ekmeğinin uğruna o ayakkabıyı kucağına alıp ses etmeden yapıp teslim ediyorsun. Bu yüzden gençler bu mesleğe pek sıcak bakmıyor ama gerçekten meslek olarak, alın teri olarak yapılacak en güzel mesleklerden biri diyebilirim. Çünkü helal para.
Şimdi yanımızda yetişen çırak yok. Herkes okuyor, ”Okuyacağım, masa başı iş bulacağım.” diyor ama öyle bir dünya yok. Zanaatın altın bilezik olduğunu kimse bilmiyor. Hangi iş olursa olsun, kişi işini severek yaptığı zaman başarısız olmaz. İnsan yapacağı işi kafasına koyacak, bedenen ruhen eliyle, kafasıyla hepsi birbiriyle bütünleştiği zaman zanaatkâr çıkar. Şimdi insanlar para kazanmanın kolay yollarını düşünüyor, emeksiz para kazanmanın peşine düşmüş, böyle bir dünya yok! İnsan işini gerçekten severek yaptığı zaman nerede olursa olsun o usta saygı görür. Para sonradan gelir. Kişi ustalığını koydu mu para kendi gelir. Müşteri de ustaya karşı bir öz güven vardır. Nedir bu öz güven? Ustama götürdüm, o gereği neyse yapar. Usta da ona hitap ettiği zaman hiçbir sorun olmaz, başarısızlık diye bir şey olmaz. Zanaatkâr kendini yetiştirmişse nereye giderse gitsin saygı görür. Köye de gitse, bir devlet dairesine de gitse hürmet görür. Bunu çok yaşadık, Allah bin kere razı olsun herkesten. Mesleğimizi sevdiğimiz için her yerde saygınlığımız var.
–Müşteri profiliniz nasıl?
+Her yaştan, her kesimden müşterim var.
–Zaman ayırıp sorularımı cevapladığınız için teşekkür ederim.
+Rica ederim.