Bir an,
yalnızca
bir an.
İnsanın insanı kaybetmesi
birkaç saniye.
Kaybettiğin can, canan,
göğüs kafesinin orta yerine hapsettiğin.
Saniyeler içinde çökebilir
hayatının orta yerine inşa ettiğin o sevda iskelesi
Toz duman altında kalabilir
bakmaya bile kıyamadığın.
Göğün düzeni işte
Birbirine zıt iki duygu, iki farklı neden;
Aynı çarpıntı ile zorlayabilir yüreğini.
Dün sol bileğini şahlandıran o ses,
Aşkının deli dolu haykırışıyken
Bir anda sıkışan nefesinin ardındaki ses olur.
Şimdi ben,
“Hayat” deyip geçebilir miyim?
Seni kaybetmenin korkusunu,
O korkunun aldırmadığı nefesleri
Tek bir kelime ile anlatabilir miyim?
Senden sonra seni insanlara anlatırken ya da gel dürüst olalım, kendimi ikna etmeye çalışırken “O benim için bir ölü artık, sevmeye devam ettiğim bir ölü, oturup ağlıyorum mezarının başında, dualar ediyorum, gözyaşları döküyorum, çiçekler götürüyorum kabrine ama artık kalkıp bana sarılamayacağını, ona sarılamayacağımı biliyorum.” diyordum.
Hayatımın sonuna kadar bir daha ne seni ne de başka birini koyamam artık o mezara. Koymam. İnsanlar hakkında, onlar için tahayyül ettiğimiz şeylerin onların gerçekleri olma ihtimalinin ne kadar korkunç olduğunu seninle öğrendim. Yine pek çok şeyi öğrettiğin gibi bunu da bana sen öğrettin. Yine gözümün içine baka baka (ki gözlerim hep gözlerindedir) verdin dersimi.
Belki böyle olmasını planlamasan da senin de intikamın buydu. Her daim gülen, içindeki tutkuyla geçtiği her yere bahar getiren bir kadından bir enkaz yaratabilme ihtimalini yine koymuştun gözlerimin önüne. Sen belki bir arabanın koltuğunda uyurken ben aynı arabanın koltuğunda olmadığım için evrene lanetler içinde uyandım.
Uzun zamandır sana mektup yazmadığımı fark ediyorum ardı ardına dizilen şu satırların ardından. Artık okumayacağın, okuyamayacağın mektuplar… Galiba o sağa sola savrulan yaralarımı bir rafa yerleştirmeyi başardım. Hani şu akşam olduğunda evine yorgun argın girersin de tam karşında duvarı boydan boya kaplayan kütüphanenin tam ortasında en sevdiğin eşyalarını koyduğun bir raf vardır ya. Eğer birkaç saniye bakmayı başarırsan yüzünde yalnızca tebessümler açtıracak ama eğer uzun bir bakış atacak olursan bir köşesine, gözünden yaşlar dökecek o raf…
Şimdi ben o rafa yepyeni, okurken hayatımda yaşadığım tüm heyecanları unutup yalnızca onun satırlarında kaybolduğum bir kitap koymak istedim. Ama ne oldu biliyor musun? O kitap o rafa olmadı. Sığmadı belki ya da uymadı. Bilmiyorum, anlayamıyorum. O kitabı tekrar açıp okuyamıyorum, yalnızca kolumun altında taşıyorum.
“…Şunu sakın unutma
Eğer benimseyip de
Kullanmayı bilirsen
Ayrılıklardır bazen
Bir öznel buluşmanın
Tek gerçek odağı
Düşün yol ayrımında
Seni sana gösteren
Açılmış bir göz gibi
Şaşkın bakan bukağı…”
(Metin Altıok, Fermuar)
Kitabın ilk sayfasına yazdım bu dizeleri. Çünkü o sayfalardı bana kendimi gösteren, gözlerinin içine baktığımda dürüst bir sırdaş gibi; mümkün gibi göstermeyen imkânsızları, kandırmayan, kanmayan. Ama işte bana da ait değildi. Sanki başka birinin adına imzalanmış ikinci el bir kitabı sahiplenmeye çalışan bir yabancıydım. Oysa o kitap yepyeniydi. İnsanı mutlu eden kâğıt kokusu bile gitmemişti üzerinden. Yanlış kitap olmadığına da emindim aslında. Bana öğrettikleri, yaşamadan yaşattıkları ve eşsiz tecrübeleriyle kesinlikle doğru kitaptı.
Beni anlatıyor ve anlıyordu ama o rafta bir yer edinemeyişin önüne geçemiyordu hiçbir şey. Bir çocuk asla sahip olamayacağı bir oyuncağa nasıl saatlerce bakarsa aylardır öyle gözlüyordum onu.
Onun gözlerine uyandığım bir sabahta dehşet verici bir huzura sahipken bana ait olmadığını düşündüm o huzurun. Aslında “yaşamayı yaşa” diye çıkmıştım yola ve hayatımın en güzel seyahatinden elimde küçük bir bavulla dönüyordum. Ama döndüğüm yer yine o kitaplık, yine o raf ve o rafa sığanlar ve sığmayanlar arasında yudumladığım kahveydi.
Böyle anlarda kahve içmezdim aslında, sesine sağır kesilmek isterdim yüreğimin ve bir şişe kızıl şerbetle şenlendirmeden şakaklarımı kalkmazdım yerimden. Lakin insan bilir bazen, gerçekleri hayallerinden ağırdır, sarıldığı arzuladıkları değil yalnızca yaşadıklarıdır.
Ve şimdi yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
“…Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı…”
(Ataol Behramoğlu, Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var)