KIRMIZI
Kırmızı, daima geriden gelirdi. Onun görevi küçük grubumuzu güvende tutmaktı. Çocukluğumun geçtiği bu göçebe hayatı geride bırakalı epey zaman geçmişti. Aklımda kalanları hatırlamaya çalışırken, nasıl tarif etsem yer yer silinmiş, başka dilde yazıları çevirip anlamlandırıyormuş gibi hissediyorum.
Ben daha 6 yaşındaydım. Çocuklara renkli takma isim vermezlerdi. Saflığı temsil ettiği için bütün çocuklar beyazdı. Babam ise mavi. Annemi tanıma fırsatım olmadı. Ben doğarken… Anladınız işte cennete gitmiş. Büyük bir sirk çadırının önemli parçalarından biriydi babam. İp cambazlığı yapıyordu. Göklerde yürüdüğü için maviydi adı. Kırmızının öyküsü biraz hüzünlü. Sevdiklerini bir orman yangınında kaybetmiş yıllar önce. Şimdi ise ateş yutma gösterisi yapıyor. Böylece söndürmeye çalışıyor yüreğindeki yangını. O yüzden geride kalanları toplar, tehlikelere karşı göz kulak olur bize. Ateş yakıp, yemeğimizi yiyip, şarkılar söyledikten sonra her bir kıvılcımın söndüğünden emin olur her seferinde. Bir daha hiçbir can yanmasın diye.
DAĞ
Karanlığın üzerimizi örtmesine saatler kalmıştı. Çocukluğumun bir kısmını geçirdiğim dağ evinde, sıcak çikolatamı yudumlayarak ateşin çıtırtısını dinliyordum. Bir yandan da ayaklarımı sallayarak dışarıyı izliyordum. Bu evde perde olmamasına bayılıyorum dedim içimden. Karşımızda yoğun kar yağışından nasibini almış, diğerlerine göre nispeten küçük bir dağ vardı. “Dağ olmak nasıl bir hissettiriyor?” diye sordum ona. Ve her ayrıntısına dikkatle baktım. “Güçlü hissettiriyor.” boğuk bir sesle cevapladı. Öyle şaşırmıştım ki ellerimi ağzıma götürdüm hayretimi gizlemek için. Annemle babam duymasın diye cama iyice yaklaştım. “Harika görünüyorsun.” diye fısıldadım ona. “Nasıl dağ oldun hiç üşümüyor musun orada?” Ağzım burnum cama yapışmıştı. Kulaklarım sabırsızlıkla yanıtı bekliyordu. “Milyonlarca yıl sürer bir dağın yükselmesi fakat hiçbir soğuk işlemez kalbime. Ben hayvanların ve ağaçların koruyucusuyum.” Artık heyecanımı gizleyemedim, sandalyenin üstüne çıkmaya çalışırken, düşüverdim aniden. Annem canım yandığı için ağladığımı sandı, aldı beni kucağına, fakat “Dağa gidelim, dağa gitmem lazım.” haykırışlarımı duymadı bile. Bir daha konuşamadım onunla, yalnızca güneş doğunca göz kırptı bana.
BİR KAPI HİKÂYESİ
Bir ormanda gözlerimi açtım dünyaya. Gözlerimi dediğime bakmayın, yapraklarımdan söz ediyorum. Cılız bir meşe fidanıydım o zamanlar. Çevremdeki ağaçların yardımı olmasa, büyüyüp gelişemezdim. Yeraltından köklerimizle haberleşiriz biz. İhtiyacı olana besin göndeririz. Olası tehlikeleri haber veririz. Siz insanlar gibi tehlikeleri. Fakat bazı durumlardan kaçış yok. İri yarı adamlar, kesici aletlerle beni ve arkadaşlarımı yerinden ettiğinde, başımıza geleni kabul etmekten başka çaremiz kalmadığını anlamıştık. Öldüm sandım, bayılmışım. Marangoz denilen bir kişi almış beni. Kesti, zımparaladı, şekil verdi. Uzun uzun uğraştı. Kökümden ayrıldığım için hiç acı çekmedim. Bittiğinde kendimi başka biri gibi hissediyordum. Bir duvarın boş kısmını benimle doldurdular. Kapı dediler adıma. Evin koruyucusu yani. İçeridekilere seslenirken gövdeme tık tık vurduklarında hâlâ gıdıklanırım.