Küçükken annemin ”Seneye de giyersin.” diye aldığı birçok şeyi diretmiş ve aldığı sene giymiştim. Zaten ufacık, zayıf bir kızdım. Seneye diye aldığı şeyi ancak üç dört sene sonra giyebilirdim. O yüzden bekletmeyi sevmez hemen giymek isterdim. Montlar küçük omuzlarıma kocaman olur, beni içine çekerdi, önümü göremezdim. Ayakkabılar ayağımdan çıkardı, koşuyorsam elime alır koşardım. Ördüğü atkılar dizimden aşağıya gelir bazen takılır düşerdim. Yine vazgeçmezdim giymekten. Yeni şeyleri severdim çünkü. Giymezsem aklımda kalacaktı, belki daha sonra dolabımda unutulacaktı. Hiç mırın kırın etmeden kocaman şeyleri küçük bedenimde taşırdım. Şimdi fark ediyorum da hala aynıyım. Bedenimden daha büyük taşıdıklarım. Taşıdığım şeyler her ne kadar değişse de yine mırın kırın etmeden hatta büyük bir sabırla taşımaya devam ediyorum. Aynı küçük kara kedim gibi.
Tek çocuk olmanın zorluğu kadar aslında çok da kolaylığı vardı. Ya da ailem bana sadece iyi yönlerini gösterdi. Tüm sevgi üzerimdeydi, herkes üzerime titrerdi. Ve herkes sevgisini başka türlü gösterirdi. Annem bir sürü oyuncak alır saatlerce oynardı benimle. Babam sevdiğim abur cuburları dizerdi önüme. Halam hep yeni elbiseler alırdı, her gün defile yapardım evde. Teyzem yeni oyunlar öğretirdi, hayal gücümün sınırlarını zorlatırdı o yaşta bile. Dediğim gibi tek çocuk olmanın iyi yanlarıydı bunlar. Büyüdükçe daha fazlasını beklerim diye annem yeni oyuncak aldıkça eskileri saklarmış. Yenilerden sıkılınca benim çoktan unuttuğum, sakladığı eski oyuncakları çıkartır yeni almış gibi koyarmış öneme. Yermişim ben de. Muhtemelen çoğu anne aynı şeyi yapıyordur, her çocuk da yiyordur. Bunların farkına vardığım yaş çok geç değildi, o yüzden sıkılmıştım bu oyundan. Tek çocuk olma zorluğu burada başlamıştı. Ailemle, oyuncaklarımla oynamak yetmiyordu artık, arkadaş edinip sokaklarda da oynamak istiyordum. Annemse bundan deli gibi korkuyordu. Klasik, korktuğu başına gelmişti. Küçükken her dediğimin yapılmasından dolayı buna alışmış, ilk defa bir şeye izin verilmeyince şoka uğramıştım. Anaokuluna gitmediğim için hiç arkadaşım yoktu, çizgi filmler bana eşlik ediyordu. Kuzen desen o da yok. Nasıl yaptıysam sonunda annemden izni koparıp sokağa çıkmıştım oynamaya. Kapıdan dışarı çıktığım an sanki dünyayı terk edip uzaya gitmişim gibiydim. Bambaşka bir dünyaydı sokak. Kaldırımda ip atlayanlar, ara sokakta top oynayanlar, bir köşede saklambaç, bir köşede uzun eşek oynayanlar… Kısa süre de ayak uydurmuş tüm oyunları öğrenmiştim. Bir sürü de arkadaş edinmiştim.
Bir gün yine dışarıda oyun oynarken arkadaşlarımdan biri ”Ayyy kara kedi!” diye bağırmıştı. Kedileri çok severdim ama daha önce hiç kara bir kedi görmemiştim. Herkes kara kediden korkup kaçıyordu, kimileri saçını çekiyordu. Neden öyle yaptıklarını sordum. ”Kara kedi uğursuzluk getirir, şanssız olursun onu görünce saçını çekmezsen.” demişlerdi. Ne saçmaydı. Beyaz kedi görünce de şanslı mı olacaktık? İnanmamıştım, iyi ki de inanmamışım. Çünkü bana sahiplenmeyi, sorumluluğu ve büyümeyi öğretmişti. Hatta affetmeyi de. Kara kedinin yanına gidip başını okşamıştım yapma etmelerini dinlemeden. Kedi beni sevmişti, ben kediyi. Eve gitme saati geldiğinde peşimden gelmişti. Annem eve almamıştı kediyi. O da mı şanssızlık getirir saçmalığına inanıyordu yoksa sadece tüylerini döker diye miydi eve almaması?
O gece kapıda kaldı kara kedi. Ertesi sabah süt dolu kaseyle kapıyı açtığımda hala orada olması daha da sevindirmişti beni. Sütünü içtikten sonra bir süre oyun oynadık kediyle. Benim kedim diye sahiplenmiştim o gün. Israrla eve almıyordu annem kediyi, babam da karton kutu ve minderle kedime ev yapıp garaja koydu. Garaj kapısının yanına da minik bir kapı, kedi kapısı. Artık kısmen de olsa birlikte yaşıyorduk onunla. İşin garibi haftalar geçse de kedime bir isim vermemiştim. ”Kara kedi” demek hoşuma gitmişti galiba. Bir ay içinde kara kedim tahminimden çok büyümüş ve çok hareketlenmişti. Bir gün yine her zamanki gibi kedime kahvaltısını hazırlayıp götürecektim. Ama içimde garip bir his vardı. Kahvaltısını vermek üzere yanına gittiğimde kapıdan beni görünce üzerime atlayan kedi, kutusundan çıkmamıştı bile o gün. İlk defa hasta olmuştu belki de. ”Kara kedim, kara kedim!” diye sesleniyor ama bir mırlama dahi duyamıyordum. Elimi karnına dokundurduğumda kutudan fırlamış ve elimi çizerek sokağa kaçmıştı. Canımı acıtmıştı. Tırnağıyla çizdiği yer kanıyor, kanadıkça korkuyordum. Korkudan aklıma peşine düşmek gelmemişti. Koşarak yukarı çıkmış, anneme seslenmiştim. O gün ilk kez iğne görmüştüm. Kedimden çok yakmamıştı canımı. Hastaneden eve gelince direkt garaja inmiştim. Kedim evindeydi. Ama kahvaltısı hala duruyordu. Yanına yaklaşmadım korkudan. Belki sabah giderdim. Ertesi sabah da gidemedim ama. Hatta bir hafta hiç inmedim garaja. Annemle babam besledi kedimi. Ne dedilerse, ne yaptılarsa gidemedim en sevdiğimin yanına. Daha sonra öğrendim meğerse hamileymiş kedim. Yavrusu olacakmış onun da. Karnına dokunarak canını acıttığım için acıtmış canımı. Çok sevinmiştim böyle olmasına, çünkü kedimin artık beni sevmediğini düşünmüştüm o yaşta. Sevinçle yanına inmiştim, kutuda artık bir kedi yoktu. Kara kedimle beraber yedi kedim daha vardı artık. Bebek kediler rengarenkti ama. Her biri bir yerdeydi kedilerin, her biri bir ses çıkarıyordu. O kadar mutluydum ki. Kara kedimin yanına koştum hemen. Kutunun içinde yatıyordu. Seslendim, yavaşça başına dokundum ama kıpırdamadı. Korka korka karnına da dokundum fakat hareketsiz yatıyordu orada. İşte o gün öğrendim ölümü. O gün öğrendim gidişi, terk edişi. O gün biraz daha büyüdüm. O gün gerçek bir yük bindi yüreğime. Ve ben o yükü hiçbir zaman atamadım bedenimden.