Hayatta çoğu şeyi yoluna koymaya başlamıştı minik kalemine sığınan yazar çünkü dağ gibi yığılan düzensiz şeylerden yorulmuştu artık benliği. Derin bir nefes alarak dönüp bakmıştı geçmişe, ne de çok şeyi ardında bırakıp ilerlemişti bu kadar. Gülümsedi hem de dolu dolu. Güne mutlu uyanıyordu, ufak tefek şeylere bile canını sıktığı duyguları artık mutluydu, güçlenmişti. İşte o an yazar gerçekten güçlendiğini hissetmişti. Gerçekten “Ben oldum, kendim oldum.” diyebiliyordu. Her sabah büyük bir azimle uyanıyor, günü güneşi gelecek zamanlarını saatlerini misafir ediyordu nefes aldığı her dakikaya. Yanında birileri var veya yok artık umurunda olmuyordu. Çünkü şu zamana kadar hep iyi gününde varlığını hissettiği insanların hiçbirini zor gününde elini uzattığında görmemişti. Bu da güçlenmeyi her fırsatta kendine görev edinmiş psikolojisinin heyecanını daha da çok yukarı taşıyordu. Üzülmek, kırılmak, şükretmesi gereken dakikalarını ziyan etmek yerine umursamamayı dert edinmemeyi öğreniyordu ve öğrendikçe uyguluyor, vazgeçilmez hayat biçimi hâline getiriyordu. Kısa çaplı veya uzun çaplı tebriklere imza atıyordu. Yetinmiyor daha da çok başarıya imza atmak için koşuyor ama bir şeyi de asla ihmal etmiyordu: “Şükür”. Bu kadar düzende iken yolunda gitmeyen de ne oluyordu o zaman?.. Neydi o içine oturup da kalkmayı bilmeyen hissiyat? Neydi bazen yüzünde güller açarken içten içe onu yorgun düşüren? Kendine ait rengarenk gökyüzü nasıl oluyordu da gizliden gizliye yağmur misali sessizce gözyaşı akıtıyordu? Oturup bir cam kenarına düşünmüştü kalemine sığınan yazar… Düşünmüştü, hâlen güçlü kalmaya devam ediyordu evet ama bulmuştu sonunda yorgunluğunu. Geçmişi geçmişte bırakmıştı, tamam ama ne kırgınlıklarını sarabilmiş ne de izlerinin üstünü alçılayabilmişti. İnsanlara karşı içinde biriktirdiği hüzünlerin hiçbirini açamamıştı dış dünyaya. Fark etmeden bunca zaman içine yaşamıştı. Gökkuşağına siyah rengi katmaya sebep olmuş kimseye sinirini belli edememişti. Anlatmak istediği zaman bile mutlu kişiliğinde gizlenen bu hüzünlü yazara fazla kimse kulak asmamıştı. Bu yüzden kendini daha da çok içine çekip insanlardan kendisini anlamalarını istemişti. Anlayan olmadıkça siyah renk git gide hâkim olmaya başlamıştı iç dünyasına. Ama fark etmese de öyle güçlüydü ki… Çünkü hâlen aynadan neşeli, dik ve yüzüne yerleşmiş gülümsemesini görebiliyordu. Sonra aynada beliren kendi gözlerine daldı gözleri. Farklıydı… Yıkmadığı yerinden oynamayan gülümsemesine emsal değildi gözleri. Sonra aklına Halil Cibran’dan bir söz gelmişti: “İnsan, sustuğu şeyler kadardır ve insan insanı, anlatamadığı yerden anlayabiliyorsa yakındır…”. Biliyordu, hatalar yapmıştı ama hatalar ders vermez miydi insana. Kendisi ders almıştı, zaten almasa bugünkü kendisi olamazdı. “Neden?” diye soruyorlardı anlatmak istiyordu anlatıyordu ama parça parçaydı her bir geçmişinden gün yüzüne çıkan şeyler… Toparlamak istiyordu yazar ama her toparlamak istediğinde tekrar bir şeyler alevleniyordu geçmişteki hatalarından… Ufak tefek veya büyük hatalar… “Bırakın da anlatayım gerçek benliğimin değil o hatalar, hepsinin bir nedeni var inanın bana, bahanesi değil nedeni!” diye haykırmak istiyordu bir bir insanların yüzlerine. Haykırıyordu da yine ama yine içten içe haykırıyordu. Düzeltmek istiyordu ama neyin engel olduğunu da anlayamıyordu. Neyi düzeltebilirdi ki… Kendi kendiyle savaşan yorgun yazar uykuya teslim etmek istemişti artık kendini. Kafasında dolanan bunca terane izin verseydi… Zorladı kendini, biraz da olsa yorgunluğunun yerini rahatlığa vermek istedi. Diken üstünde de olsa uyumuştu. Nefes aldıkça batan sıkıntısı arada bir uykusundan uyandırmaya yetiyordu. Her uyandığında pencereden dışarıya dalıyordu gözleri. Gece ne kadar da karanlıktı ve bir o kadar da ihtişamlı. Kendine de benzetti biraz; derin bir karanlık, parlak birkaç yıldız ve büyükçe bir ay… Uykuya daldı yazar tekrardan. Sıkıntısını umursamadan uyanmamaya yemin ederekten uyuyordu ve ilerleyen saatlerin sonunda bitirebilmişti bu düzensiz uykusunu. Tekrar pencere kenarına geçerek camı araladı. Akşamdan yarım kalan düşüncelerine daldı. Havanın serinliğini yüzüne çarparken fark etti ki kimseye dair geçmişten bir şeyleri çekip alıp da bugüne getirmemişti. O günü tüm kırgınlıkları ile o günde bırakıp yoluna devam etmişti. Belki tek hatası da bu olmuştur. Zamanında uygulayamadığı, çizemediği o çizgi… Anlatamadığı yerden anlayamadılar kalemine sığınan yazarı, yakını olmadığını bir kere daha yazdı aklına. Birden dirildi, içini kemiren bu düşünceleri itti bir kenara ve yepyeni kararlar aldı. Kendince ufak birkaç tebrike daha imza attı. Taviz vermeyecekti, bazen iç dünyasına dalıp siyahında kaybolsa bile… Ve güçlü kalmaya ant içmiş yorgun bedenine not düştü. “Yorma kendini, anlatsan da anlamayacaklar ve yine yorma kendini, yanlış tanısalar da bir gün ahirette buluşacaklar…”
Abonelik
4 Yorumlar
Eskiler