Ayaklarımı sürükleyerek ilerliyorum Karadeniz’in kışın kimselerin uğramadığı sahillerinde. Karadeniz çok hırçın olur bu aylarda, çok can yakar. Azra gitti gideli, ben bu denizin durulduğunu görmedim. Gözlerimin yandığını hissediyorum. Zaten Azra gitti gideli sık sık gözlerim yanıyor.
Çocukluğundan tanıyorum Azra’yı. Onu tanıdığımda, bu dünyanın farkında olmayacak kadar çocuktum. Azra ise daha olgundu, ağırdı. Başlarda hiç sevmezdim Azra’yı. Benimle oynamazdı hiç, çok kızardım. Küserdim, onun haberi bile olmazdı. Ama Azra ufacık bir çocukken bile başı dik yürür, bir parça tebessümü çok görürdü insanlara. Öfkeliydi ve olabildiğince sakin… Çocuk değildi Azra, belliydi ki erkenden veda etmişti çocukluğuna. Sokağın köşesindeki evdi Azra’nın evi. Yıllarca çocuğu olmamış bir ailenin tek kızıydı. Sabahları okula giderken ve dönerken görürdüm Azra’yı. Bir de Azra çiçekleri sularken…
Liseyi aynı okulda okuduk. Azra’yı ilk görüşümün üzerinden yıllar geçtiğinde bile onun yüzündeki ifade; o yabancılık hiç değişmedi. Yürürdü Azra okula kadar. Sel olurcasına yağmur yağsa bile yürürdü. O yıllarda onu ne zaman görsem koyu kahverengi ciltli bir deftere yazar dururdu. Lise bitene kadar yazıp durdu. Lise bittikten sonra da hiç bırakmadı yazmayı. Hep merak ederdim onu, yazdıklarını. Anlatıp anlatıp bitiremediği neydi bu kızın? Suskunluğunun arkasında ne yatıyordu, hep çok merak ettim. Hiç öğrenemedim.
Lisenin son yılı babam vefat etti. Bu, ölümle ilk karşılaşmamdı. Bir insanın geri dönüşü olmadan gidebileceği gerçeği ilk o zaman çarptı yüzüme. Önce geride kalan borçlar ve geçim sıkıntısı vurdu bizi. Sonra annemin kendi kabuğuna çekilmesi, günlerce babamın kıyafetlerini ütülemesi, tüm bunları kabul edemeyişi… Gözlerimin önünde annem yok oldu. İnsan nasıl da unutuveriyor hayatının bir anda alt üst olabileceğini, her şeyi kaybetmenin ne kadar da basit olduğunu. Meğer ne zormuş elini tuttuğun bir bedeni toprak altına koymak. İşte şimdi anlıyorum annemi.
O sıralar ilk kez konuştu Azra benimle. Yıllardır ilk kez…
“Başın sağ olsun Erdal.”
Çok net hatırlıyorum bu cümleyi, bir o kadar da bulanık. Fakat yüzünü hiç unutmuyorum. Omzuna gelen saçlarını toplamış ensesinde, yüzüne düşmüş birkaç tutam saç… Bembeyaz yüzü donuk ve sakin… Öfkeli değil bu kez; şefkat ve derin bir anlayış vardı yüzünde. Aslında çok şey söylüyordu yüzü bana fakat dili yalnızca “Başın sağ olsun.” dedi. Başım sağ olacağına sen olsaydın ya Azra. Kalsaydın ya benimle.
O günden sonra Azra’nın sesini daha sık duyar oldum. Zamanla sabahları beraber yürüdük. Uzun uzun sohbet ettik. Artık iki hayatım vardı; Azra ile geçen hayat ve diğer hayat: Azra ile geçmeyen. O günlerde fark ettim ki yıllardır böyleymiş. Fark etmeden içimde yeni bir insan olmuş Azra. Hayatımın bir köşesine bir anma töreni fotoğrafını iğneler gibi iğnelemişim Azra’nın yüzünü. Yıllar, Azra’yı sessizce severek geçmiş.
Azra, Karadeniz’de edebiyat okudu fakat hiç sevmezdi Karadeniz’i. Her fırsatta söylerdi bunu: “Günün birinde öyle uzağa gideceğim ki bu denizden!”
Gitmek gibi pahalı bir söylemi vardı hep. Oysa gidemedi. Karadeniz bırakmadı Azra’yı. Belki de benim gibi Karadeniz de tutulmuş Azra’ya. Ondandır bu çırpınıp duruşu. Ondan biliyorum. Gün geçtikçe, aylar geçtikçe daha çok gitmek fiilini taşıdı cümlelerine. Sustum, dinledim onu. Şu kayalıklara oturur, ayaklarını botlarının bittiği yere kadar suya sokar buraları ne kadar sevmediğini anlatır dururdu. Üniversite bitince evlendik Azra’yla. Kaç yıl geçti aradan ama Azra hiç değişmedi. Her fırsatta kahverengi ciltli defterin bir başka sayfasının başında, sakince yazıyordu. Sözcükleri tükenince çiziyordu. Merak edip durdum hep, neydi bu kahverengi ciltli deftere anlatıp bitiremediği? Sormadım, Azra’ya hiç soramadım. Kalın bir duvarın arkasından onu izledim hep. Azra’nın bu gürültülü sessizliği beni o duvarın diğer tarafına hiç almadı.
Sonra…
Sonrası 10 Aralık 2007…
İçimde tarif edemediğim bir his vardı o gün. Azra sabah evden çıkarken kapıyı arkamdan bir farklı kapatmıştı sanki. O gün daha da sessizdi, daha da donuktu. Gözümü saatten alamadım o gün. Eve gitsem de Azra’yla konuşsam diye düşünüp durdum. Oysa konuşmadı, Azra benimle bir daha hiç konuşamadı.
İki kez çaldım o gün zili. Sonra anahtarla girdim eve. Işıklar kapalı. Yemek kokusu geliyor mutfaktan. Fırında makarna yapmış. Dolapta da tatlı var. En sevdiğim yemekleri yaptığını görünce yüzüm gülüyor. Sonra evin her odasında onu arıyorum. Sonra telefonunu arıyorum. Evde bıraktığını fark ediyorum. Beklemeye başlıyorum. Her şey yerli yerinde. Fakat Azra yok. On bir gün bekliyorum onu.
On bir gün; ölüp ölüp dirilmek neymiş onu öğrendim. On bir gün her ayak sesinde onu aradım. On bir gün her kapı sesi, her telefon bana onu geri verebilecek sandım. Fakat Azra gitmişti. Öyle bir gitmekti ki bu, bütün dünyayı da götürmüştü yanında.
Tam dört ay oldu bugün. Kendini atmış Azra. On bir gün sonra öyle dediler. Karadeniz’e bırakmış kendini. Fakat inanmadım. Ne gittiğine ne öldüğüne hiç inanmadım. Azra’nın bana bıraktığı sorulara yanıt arayıp durdum. Ne bir not ne de yıllarca yazıp durduğu defterler… Hiçbir şey bırakmamış bana. Defterlerin tüm sayfalarını yakmış. Son defterin son sayfaları kalmış yalnızca. Bu sayfalar… Tüm cevapları alıp gitmiş. Bana yalnızca bir sürü soru bırakmış.
İlk konuşmamızdaki yüzü canlanıyor gözümde: “Başın sağ olsun Erdal.”
Başım sağ olacağına sen olsaydın ya Azra. Şu sayfalara dâhil etseydin ya beni de.
İşte şimdi, defterin son sayfalarına yazıyorum bunları.. Azra’nın hiç sevmediği; Azra’dan hayatını, benden Azra’yı alan o denize bırakacağım Azra’nın yangınından kurtulan bu birkaç sayfalık defteri. Kim bilir belki Azra’ya ulaşır yazdıklarım. Bir yerlerden çıkar gelir veda etmeye. Şu kızgın, öfkeli denizin dibinde dağılacak bu mürekkep. Denizin yüzüne çıkar birazdan. Azra da bu kelimelerden yeni bir Azra olur, kıyıya vurur belki. Kim bilir?