Gözümü açtığımda ilk gördüğüm manzara, tavandaki küftü. Pek içi açıcı olduğunu söyleyemem. Ama içim açılsın diye yazdığım doğru. İnsan içi açılsın diye tavandaki küfü anlatır mı, evet anlatır. Neden mi? Çünkü anlatmak, yazmak, olayları zihnimizde tasvir etmek ruhumuza iyi gelir. Zihnimiz berraklaşmaya başlar. Kalbimiz ile beynimiz birlikte bağlantı kurmayı öğrenir. Tavan arasındaki küfün gerçekten bu kadar çok anlam ifade edebileceğine herkes şaşırmış olmalı.
Sonra saate baktım 6.30 suları idi. Bir şeyin sularında gezmek fikri geldi aklıma mesela. Neyse boş verin, bir benzetme kuramadım şu an. Yataktan kalktım. Gayet isteksizdim. Bir süredir kendimi erken uyanmaya zorluyorum. Alıştırmaya çalışmak neredeyse ömrümün yarısını aldı ama başarılı olamadım. O hâlde zorlamak kelimesi şu an daha uygun. Çünkü zorlayınca işe yaramaya başladı. Mesela uyuduğum oda çok sıcak. Güneş doğduktan sonra aşırı sıcaktan uyumak mümkün olmuyor ve alarm kurmuş gibi uyanıyorum. İnsanoğlunda yöntem bitmez, yeter ki başaracağımıza inanalım. Ben hâlâ inanıyorum. İnanç mevzusu da derin mesele aslında, nereden geldi bu kelime aklıma birden. Üzerinde durmadan geçmek mümkün olur mu? Olmuyor işte ne yapayım huyum kurusun. İnanç demişken sahi siz neye inanıyorsunuz ya da kime? Cevabın tek olması gerekirken milyonlarca değişik cevabı görebiliyorum şu an. Kafanızın içini görüyorum evet. Çünkü bende de var o kafadan. Kimimiz eşyaya bağlıyız deli gibi. Telefonu için ölebilecek insanlar tanıyorum. Kimimiz eşimize, çocuğumuza canımızı veririz. Kötü bir şey mi, yok değil de sınırlardan bahsediyoruz burada. Demek ki inancın sınırladığı şeyler olmalı. Buradan bunu mu çıkardım şimdi? Neyse devam edelim. Kimimiz mutmain kalbi bilmiyor mesela. Eşyanın, insanın yer ettiği veya edebildiği bir yer değil orası. Al sana inanç. Düşün azıcık. Eşya yok, insan yok, ne o minimalist bir yaşam mı bu? Yok değil, boş ver. Her şeyi bir akım, bir moda zihniyeti sarmış. Ne desem onu açıklayacak bir akım türetmişler zaten. O hâlde ne diye konuşuyorum. Konuşmuyorum ki, yazıyorum sadece. Tavandaki küfü zihnimde temizliyorum belki de. Bir türlü geçmedi ama denemeye değer. Belki de küflü olan tavan değil de düşüncelerim. Bak şimdi alengirli laflar etmenin sırası mı. Sohbet ediyorduk şurada. Sabah uyanmıştım. Tavanda küf vardı. Hava sıcak, erkenden uyandım. Sonra ne mi oldu. Kafka’nın Dava’sını aldım elime. Okuyorum. İyi gidiyor. Kafka iyidir, hem de çok iyi. Boşuna dememiş, kafesin biri bir kuş aramaya çıktı, diye. Ama kendine pek güvenmiyormuş sanırım. Eserlerinin yakılmasını istemiş filan. Mesela “Babaya Mektup” çok iyiydi bence. Yoğun duygularını ifade ediş tarzı. Çizgisini aşmadan kitaplarındaki başkaldırışı anlamlı. Ama birden soruyorum, cesur olamadığı için mi söyleyemediği şeyleri yazmış ya da yazdıklarından korktuğu için mi yayınlamak istememiş. Gerçi bunların şehir efsanesi olduğunu artık herkes biliyor olmalı. Kafka’dan bir korkak gibi bahsetmem ne ayıp. Sanırım tam olarak ifade edemedim. Neyse ne diyorduk, kitabı elime alıp okumaya başladım. Saat hâlâ çok erken. Kafamda bir sürü düşünce var. Bu sabah Kafka olarak uyanmış gibi hissediyorum. Eminim okuyan herkes en az bir defa kafasında Kafka’nın Dönüşüm’ünü kendine uyarlamıştır. Neyse ki ben Kafka’ya dönüşüyorum. İçimde sisteme karşı bir tepki ile uyanıyorum bu sabah. Gerçi ülkemizde küçük büyük demeden herkes bunu yapıyor, üstelik her sabah. Yani bunun için Kafka olmama gerek yok. Ama Kafka olarak uyandım ben. Bunu değiştiremem. Dönüşümü geçirdim. Şimdi mektubumu da yazıyorum. Ee sırada davam var. Bakalım, bize Milena olmak düşmedi ama Milena’yı bulunca ona mektup yazmak düşebilir. Milena’ya sevgilerle…