fbpx

-Hayır, hayır n’olursun öldürme anne onu! N’olursun, lütfen… Hayııır!

Esmer teninin gecenin karanlığında kaybolmasına rağmen alnında biriken ter taneciklerinden yansıyan parlak dolunayın ışığı ona değişik ve ürkütücü bir ifade katıyordu. Hızlı hızlı soluması ve bağırarak uyanması ve karısını da bu gürültüyle ayağa dikmesinin elbette bir nedeni vardı. Karısı uykulu gözlerle kocasına bakarak:

-N’oldu hayatım, neden bağırdın?
-Bir şey yok canım. Basit bir rüya işte.
-Anlat bakalım kabusunu, ne gördün?
-Boş ver, hadi yatalım.
-İyi, peki.

Kendisine doldurduğu bir bardak suyu on yıldır çölde susuzluk sıkıntısı çeker gibi tek yudumda bitirdi. Ardından yavaş yavaş içtiği ikinci ve üçüncü bardaktan sonra terini komodinin üzerindeki selpaktan bir parça ile sildi. Hızlı soluması da yavaşlamıştı. Sakince 35 yaşındaki bedenini geriye bıraktı ve karısına sarıldı. Karısı da zaten onu beklediği için elini atar atmaz eline bir öpücük kondurdu. Sonra kocasının yüzüne bir annenin şefkat ve bir sevgilinin sevgi dolu bakışıyla baktı ve dedi ki:

-Sıkıntılarını bana anlatabilirsin canım. Bütün sorunların üstesinden beraber gelebiliriz. Ben ömrüm boyunca senin yanındayım.
-Seni seviyorum.
-Ben de seni seviyorum.

Bunları dedikten sonra karısı kocasına daha çok sokularak uyudu. Gerçekten de çok şanslı bir adamdı Murat. Üniversitede tanıştıkları Aslı’yla, yani eşiyle, üniversiteden mezun olup askere gittikten sonra bir ay içinde nişanı halletmiş sonraki ay da sade bir düğün ile dünya evine beraber ilk adımlarını atmışlardı. Aslı; sade yaşamayı tercih eden, öyle sokakta rastlayabileceğiniz şımarık ve kendisini dünyanın tek prensesi sanan burnu havada bir kız değildi. Hâlden anlar, herhangi bir sıkıntı olduğunda elini taşın altına koymaktan çekinmez, en kötü durumda bile kocasının yanında durur ve ona bir çınar ağacı misali dünyalık sıkıntıların hararetinden altına sığınabileceği bir gölgelik oluştururdu.

Gerçekten de çok şanslı bir adamdı Murat. Mezun olduğu bölümün mesleği olan edebiyat öğretmenliğini severek, çok severek yapıyordu. Dünyalar güzeli bir kadınla evliydi. 10 yıllık evliliklerinde bir kızı ve bir oğlu olmak üzere iki tane çocuğu dünyaya gelmişti: Oğuz ve Ayşe. Oğuz 9, Ayşe 6 yaşındaydı. Annesi hâlâ hayattaydı ve onunla beraber yaşıyorlardı. Ne yazık ki babasını küçük yaştayken kaybetmişti. Ama annesi ona ve kardeşine hem annelik hem de babalık yapmıştı. Şimdi ise o az da olsa gördüğü babasızlığı çocuklarına yaşatmamak için tüm gücüyle uğraşıyordu.

Saate baktı, 6.30 olmuştu. Zaten 8.30’da işine gidecekti. Kalktı, karısının üzerini güzelce örttükten sonra duşa girdi. Çıkınca çayı koydu, üstünü giyindi. O sırada karısının da uyandığını fark etti. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle kocasının yüzüne umut ve sevgi ile bakıyordu Aslı. Günaydın, dedi o uyku mahmurluğuyla. Sonra kalktı, kocasının yanına geldi ve ona kocaman sevgi dolu bir sarılma ve öpücük bırakıp ”Çayı koydun mu canım?” diye sordu. Olumlu cevap aldıktan sonra üstüne giyecek bir şeyler ayarlayıp mutfağa geçti. Murat ise Aslı kadar mutlu ve neşeli değildi. Tam 5 gün önce başlayan kâbusu onu geceleri uykusundan ediyor ve her gece daha da büyüyerek Murat’ın kafasını allak bullak ediyordu. Ne artık çok sevdiği çaydan zevk alıyordu ne de severek yaptığı öğretmenlik mesleğinden. Üstünü başını son kez kontrol etti ve mutfağa doğru gitmeye başladı. Karısı yine o el çabukluğuyla kahvaltıyı hazırlamış, kreplerin pişmesini beklerken çocuklarına sesleniyordu:

-Oğuz! Hızlı ol yavrum, geç kalacaksın. Ayşe sen de kalk artık!
-Aslı, annem uyandı mı canım?
-Hayır, sen gelene kadar uyusun dedim.
-İyi yapmışsın.

O sırada Oğuz sırtında çantayla peşinden de Ayşe hızlıca gelip masaya oturdular.

-Çocuklar, babaya bir öpücük yok mu, dedi Murat.

Koşa koşa gelip öptüler babalarını, sonra da annelerini. Masaya oturdular. İkisi de yeşil gözlü, açık tenli ve sarışınlardı tıpkı anneleri gibi. İyi ki onlara çekmiş, diye geçirdi içinden. Gerçekten hem görünüş olarak hem de huy olarak annelerinin aynılarıydılar. Karısı ona mükemmel bir hayat arkadaşı, çocuklarına da mükemmel bir anne olmuştu. Ne şanslı bir adamsın be Murat, diye geçirdi içinden.

Ayağa kalkıp annesinin odasına doğru yürüdü. Kapıyı açtığında annesini yatakta masum masum uyurken buldu. Bir süre kapıdan izledi onu. Ne kadar da kırışmıştı yüz hatları. Onca yılı iki tane oğluyla kocası olmadan geçirip, oğullarını büyütüp adam eden bir annenin yüzüydü bu. Yılların yıpratıcılığını en ince ayrıntılarıyla belli eden bir yüzdü. Beyaz tellerle siyaha muhalefet eden saçı, sol kulağıyla ağzının arasını örtmüştü. Bu hâliyle bile çok güzel olan Neriman Hanım’ı bir süre daha izleyen Murat içeri girip annesinin alnına kocaman bir öpücük kondurup saçlarını okşamaya başladı. Tatlı bir tebessümle gözlerini açan Neriman Hanım:

-Günaydın, dedi.
-Günaydın annelerin bir tanesi. Hadi kalk, Aslı kahvaltıyı hazırlamış.

O sırada kapı zili iki defa çaldı. Murat annesine:

-Hadi sen kalk ben de kapıya bakıp mutfağa geçeceğim, dedi. Annesi de:
-Tamam oğlum. Üstümü giyip geliyorum, dedi.

Kapıyı açan Murat, karşısında siyah havaya dikilmiş gür saçlarının altındaki kara gözlerinde ışıltıyla kombin oluşturan sırıtmaya yakın bir gülümseme ile kardeşi Salih ve onun eşi Nâgihan’ı buldu. Elindeki pastane poşetini kaldıran Salih:

-Sabah-ı şerifleriniz hayrolsun efendim. Ufak bir sürpriz yapalım dedik.
-Hoş geldiniz, hoş geldiniz, buyurun.

Kendisinden 6 yaş küçük kardeşi ve onun eşiyle beraber geniş aile toplanmış oluyordu. Bir babaanne, iki oğul, iki gelin ve iki torundan oluşan geniş aile o sabah çok kısa ama mükemmelliği dünyada bulunmayacak bir kahvaltı yaptılar. Kahvaltıda Murat’ın yüzü gülüyordu ancak kafası darmadağındı. Birkaç gündür uykularını mahveden o kötü kâbusu bir türlü atamıyordu aklından.

Kahvaltı bitti. Her ne kadar istemese de bu güzel kahvaltıdan sonra işe gitmek zorunda olan, ki hayatı boyunca hep isteyerek işine gitmişti, Murat; evi bayanlara teslim ederek, oğlunu ve kardeşini gitmeleri gereken yere bırakmak için yola çıktı. Oğuz’u okuluna, kardeşini de işyerine bıraktıktan sonra görev yaptığı liseye geçen Murat, ilk saati dolu olduğundan derse geç kalmamak için öğretmenler odasına uğramadan direkt merdivenlere yöneldi. Merdivenlerde tuvalete gitmek için çıkmış olan birkaç öğrencinin günaydınlarına cevap verip dersinin olduğu 11/A sınıfına geçti. Sınıf tamdı. Aslında yaramaz bir sınıftı 11/A. Hocalarla uğraşmayı seviyorlardı. Ama bugün öğretmenleri Murat Hoca’nın moralinin pek iyi olmadığı fark edince bir şey yapmayıp düzgünce dersi dinlediler. Normalde derse girdiği andan itibaren yüzünden gülümsemeye benzer bir ışıltı eksik olmazdı. Ama şimdi yüzünden düşen bin parçaydı. Bunun pek hayra yorulacak bir şey olmadığı kesindi.

11/A ile işlediği ilk saatten, 9/D ile işlediği son saat arasındaki zaman nasıl geçti anlamadı. Okul bittiğinde hiç oyalanmadan arabasına binip Oğuz’u almak için okuluna gitti. Arabayla sabah bıraktığı yerden oğlunu aldı ve evin yolunu tuttu.  Normalde oğluna okuluyla alakalı sorular sorduğu bu zaman zarfında, bu sefer hiç konuşmadı ve eve döndü. Martın ortalarında oluşmaya başlayan soğuk ve sıcak arasındaki temiz ve ılık hava, vücutlarını okşarken annesi çok bekletmeden kapıyı açtı. Annesini öpüp odasında olacağını söyledi. Murat ruhunu bunaltan karamsar havayı her ne kadar belli etmemeye çalışsa da anne yüreği her şeyi bilir. Bu yüzden annesi ne olduğunu sorma ihtiyacı duydu:

-Neyin var oğlum?
-Bir şeyim yok anne.

Alışıldık cevapları ömründe birçok kez duyduğu için artık alışmış olan Neriman Hanım, oğluna inanmadı ama daha fazla üstüne de gitmek istemedi. Murat odasına yavaş yavaş çıkarken Neriman Hanım torunun ayakkabılarını düzeltip içeri geçti.

İş yorgunluğu ve uykusuzluğun etkisiyle deliksiz üç dört saatlik bir uykunun ardından gözlerini açtı. Gözleri uyumaktan kan kırmızısı bir hale bürünmüştü. Başının ağrıdığını hissetti. Sanki kafasının içinde Fadime’nin düğünü kurulmuş da birileri halay çekiyordu. Kolunu kaldırıp saatine baktı. Saat 8 olmuştu. Acıktığını hissetti. Yataktan doğrulup dolabını açtı. Evde giydiği rahat kıyafetlerinden kendi göz zevkine uygun bir kombin oluşturup aynada savaştan çıkmış gibi duran saç ve sakallarını düzeltti. Artık mutfağa inmeye hazırdı. Merdivenlerden inmeye başladı.

Oğuz, odasında ödevlerini yapıyordu; bitirmek üzereydi. Ayşe de salonda televizyon izliyordu ama karısı ve annesi yoktu evde. Ayşe’ye sordu:

-Ayşe, kızım annenle babaannen nerede?
-Markete gittiler baba senin arabanla.
-Ne zaman gittiler?
-Yarım saat oldu.
-Peki kızım. Yemek yedin mi sen?
-Yedim baba. Annem sen yersin diye tezgâha biraz yemek koydu.
-Tamam kızım.

Kızı yavaş yavaş bebeksi konuşmasını bırakmış, yerine artık büyüme hevesine bürünen bir çocuğun konuşması gibi konuşmaya başlamıştı. Dilini düzgün kullanmak istiyor, bilmediği ne kadar kelime, deyim ve atasözü varsa babasına soruyordu.

Annesinin ehliyeti vardı. Arada o kullanmıyorken annesi alıp kendi şahsi işlerini hallediyor veya arkadaşlarıyla görüşüyordu. Şoförlüğü de baya iyiydi. Endişelenmesi için hiçbir sebebi yoktu yani. Tezgahtaki yemeği ısıtmadan tabağa koyup iki üç parça ekmekle yemeye başladı. Yemeği bitirdikten sonra kitabını okumak için salona geçti. Kızı televizyon izlemeyi bırakmış; yukarı, abisiyle oynamaya çıkmıştı. Kanepeye uzanıp kaldığı sayfayı açtı. Daha iki satır okuyamamışken sıkılıp kitabı kapattı. Kızı koşa koşa çalan telefonunu getirdi.  Arayan yabancı numaraydı.

Koşa koşa varmıştı hastaneye. Telefonda arayan hastane görevlisiydi. Karısı ve annesi kaza yapmıştı. Arabanın tekerleğine aniden saplanan demir, lastiği patlamıştı. Annesi de kontrolü kaybedince şarampole yuvarlanmışlardı. Çocukları yaşlı komşuları Ayşe teyzeye bırakıp koşa koşa hastaneye gelmişti. Görevliye yerlerini sordu. Üçüncü katta ameliyata girmişti ikisi de. Annesinin durumu hayati değildi ama karısı hayat mücadelesi veriyordu. Saatler süren beklemenin ardından annesini yeni çıkarmışlardı ameliyattan. Durumu iyiydi. Bir nebze ferahlaması lazımdı belki ama can evi canıyla boğuşurken kendisi rahatlayamıyordu. Yere çöktü. Saatlerdir ayakta durmanın yorgunluğuyla yere çöktü ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Gözleri kan çanağına dönercesine ağlarken sayıkladığı bir kelime vardı: “Aslı…”

Gözünü açtığında, parlak floresan lambanın parlak ışığına bir anlık maruz kaldı. Sonradan gözleri ışığa alıştığında karısının ismini sayıklarken bayıldığını anladı. Başı patlarcasına ağrıyordu. Doğrulmaya çalıştı. Hareket ettiğini fark eden kardeşi, hemen abisinin yanına koştu. Koluna bağlı olan serumu gören Murat, hemen kendisine ne olduğunu sordu. Kardeşi, birden sinir krizi geçirdiğini, doktorların da kendisine sakinleştirici verdiğini söyledi. Murat:

-Siz ne zaman geldiniz?
-Dün gece 11 gibi geldik.
-Saat kaç?
-Sabahın 5’i. Okulla konuştum. Sana süresiz izin verdiler. Durumu iyi olunca rapor alır gelir, dediler.
-Annemin durumu nasıl?
-Biraz daha iyi. Hayati tehlikesi geçmiş. Doktor ”Yarın uyanır.” diyor.
-Çocuklar?
-İkisi de burada. Yanlarında Nâgihan var. Zavallı yavrucaklar anneleri yere düştü o yüzden buradalar diye biliyor.

Aslı diye soracaktı ama bir an kalbinde bir acı hissetti. Dili düğümlendi, soramadı. Kardeşi kendisine göre metîn gözüküyordu. Ama biliyordu ki onun içi kendisinden daha çok kan ağlıyordu. Murat kendisinde değil diye kendisini güçlü olmaya zorlamıştı. Yoksa kardeşi kendisinden daha yumuşak ruhluydu. Doğrulmak istedi. Salih engel olmaya çalışacaktı fakat vazgeçti. Çünkü abisinin o engel olsa bile kalkacak kadar inatçı birisi olduğunu uzun tecrübeler sayesinde öğrenmişti.

Abisi, kolundan çıkardı serumu ve ayağa kalktı. Koridora çıktı. Kardeşine karısının şu an nerede olduğunu sordu. Ameliyattan hâlâ çıkmadığını duyunca hafiften bir sersemledi, duvara tutunmasa düşecekti. Salih kendisine yardım etmek için atılınca eliyle onu durdurdu. Sonra doğruldu ve ameliyathanenin olduğu yere gitti. Aklına sürekli kâbusu geliyor, kendisini çok iyi hissetmiyordu. Ama burada durmasa karısının oradan çıkamayacağını düşünüyor gibiydi. Annesinin yanına hem gitmek istiyor hem de içinde bir şeyler onun bu isteğinin saçma olduğunu söyleyip onu durduruyordu. Yere çöktü, başını ellerinin arasına aldı ve beklemeye başladı.

Aklından neler geçmiyordu ki? Belki en çok sevdiği insanı kaybetmek? Çocuklarının annesiz kalması. Ne kadar da korkunç fikirlerdi bunlar. Başka şeyler düşünmeye çalıştı. Bir keresinde üniversitedeyken havanın ılık ve taze olduğu bir ilkbahar gününde Aslı’yla kampüsün bahçesinde oturmuşlardı. Kendisi sırtını, ilkbaharın coşkunluğunda kendisini gencecik bir fidan gibi dikleştirmiş, yaşlı ama sapasağlam bir çınar ağacına dayamıştı. Sevgilisi de saçlarını yayarak dizine başını koymuş beraber gökyüzünü seyrediyorlardı. İkisi de susuyordu ama ikisi de biliyordu ki gönülleri onlar sussa bile birbirleriyle susmadan konuşuyorlardı. Birden Aslı konuşmaya başladı:

-Murat, biliyor musun çok güzel bir şey fark ettim.
-Ne o canım?
-Şimdi, sonbahar geldi, sonra da kış geldi. Doğa tamamıyla kendisini ölümün kucağına bıraktı ve saçlarına beyazların dökülmesine izin verdi. Sonra belirli bir müddet durdu, bekledi. Bilmiyorum o sırada neler planladığını ama ilkbahar bir geldi, her yer yaşamla dolmaya başladı. Aslında doğa bana burada bir şey öğretti. Her ne kadar kötü şeyler yaşasam da bir gün ilkbahar gelecekti ayağıma. Her ne kadar güneşim batıp beni karanlıkta bırakmış olsa da yine benim tepeme doğacaktı. Yani kısacası her zaman bir umut var, önemli olan o umudu sabırla beklemek. Ben de o umudu fark etmeden bekledim ve karşıma sen çıktın. Sen benim umudumsun, sen benim ölümden sonra gelen yaşamımsın. Sen benim her şeyimsin. İşte bu yüzden seni seviyorum.
-Ben de seni seviyorum.

Ah ne güzel konuşmuştu o gün, ne kadar ümit dolu. Her zaman bir umudun olduğunu hep o hatırlatmıştı kendisine. Şimdi de o umudun içeriden, ameliyathaneden sapasağlam çıkmasını bekliyordu, o umudun yaşamasını. Dipsiz bir uçurumdan düşmemek için o umuda tutunuyordu. Elleriyle yüzünü kapattı ve ağlamaya başladı. İçinde biriktirdiği gözyaşlarını umudunu sulamak için dışarı akıtıyordu.

Saatler, bitmek bilmeyen bir zorluk; dakikalar, gitmek bilmeyen bir misafir hâline gelmişti. İçeride hâlâ ameliyat masasında ne yaptıklarını bir türlü kafası almıyordu. Bu kadar uzun sürmemeliydi. Çocuklarının annesi o kapıdan bir an önce çıkmalıydı. 7 saat çok uzundu, Murat için çok uzundu. Tam bu sırada ameliyathanenin kapısı açıldı. İçeriden 45-50 yaşlarında, saçları yeni yeni beyazlamaya başlamış bir doktor çıktı. Yüz ifadesi hiçbir şey belli etmemesi için yaratılmıştı sanki. Murat yüzünden hiçbir şey anlamadığı doktora karısını sormak istedi:

-Doktor Bey, Aslı nerede?
-Bunu hayatımda hiçbir defa söylemek istemedim ama Murat Bey başınız sağ olsun. Karınızı kaybettik.

Murat hiçbir şeyi kavrayamamıştı. Bu adam şimdi karısının öldüğünü mü söylüyordu? Kulaklarında bir çınlama duymaya başladı. Etrafındaki bütün görüntüler bulanıklaşmış, bütün sesler uğultu hâline gelmişti. Karısının ölmesi… Değil düşünmek, dünya üzerinde bu fikrin en küçük bir esamesinin olması bile onun için dayanılmaz bir şeydi. Birden avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı:

-Ne biçim bir kâbus bu?

Kendisini hâlâ tutmaya çalışan kardeşi bile bu feryatla yıkılmış; çok sevdiği yengesi ve yeğenleri için, en çok da abisi için ağlamaya başlamıştı. Her şey kararmadan önce Murat’ın dilinden çıkan son sözcükler herkesin yüreğini dağlayan türdendi:

-Aslı, ben bu kabustan nasıl uyanacağım?

-SON-

Abonelik
Bildir
guest
5 Yorumlar
Eskiler
Yeniler En çok oylananlar
Satır içi yorumlar
Tüm yorumları görüntüleyin

Okuyucuların Beğendiği İçerikler

Birçok kişinin ‘’zor ama maaşı iyi, garanti meslek gibi’’ düşünceleriyle ün kazanmış bir bölüm olan tıp fakültesini size en ince detaylarıyla aktaracağım. Öncelikle fakülteye gelmeden önce kendinizi ilk gün yapılacak çaylak şakasına ve ileri zamanlarda daha siz TUS isimli bölüm seçmenize yarayan sınava girmeden ‘’Sen ne doktorusun? ‘’ veya diş hekimliği ayrı bir bölüm olmasına […]
Yaşanan herhangi bir gün hiç yaşanmasaydı, her şey daha farklı olur muydu? Misal dün hiç yaşanmasaydı veyahut bundan yıllar önce bir gün hiç yaşanmasaydı yine aynı mıydı hayatınız? Kadere inanmak subjektif bir bakış açısı olarak görünebilir ancak hayatın akışı olarak farklı bir yerden durumu ele alabiliriz. Bütün malzemeleri özene bezene kesip, doğrayıp harika bir yemek […]
Herkesin ölmeden görmek isteyeceği bir yer vardır. Yoksa da henüz keşfetmemiştir… Benim için burası Norveç. “Soğuk Cennet” veyahut “Kuzeyin İncisi” denilen bu ülkenin lanse ettiği imajı bir görseniz aşık olmamak elde değil. O yüzden henüz kendi ülkenizi keşfetmediyseniz ileride belki yol arkadaşım olabilirsiniz! Norveç ”Soğuk Cennet” Ülkenin yönetim biçimi anayasal monarşi ve başkenti Oslo‘dur. 385,207 […]
Her kitap ayrı güzel, dünyasına girdikten sonra… Ama bazı başyapıtlar vardır, gerçekten okumak zevk verir. Okudukça içine düşer, yeni bir dünyanın kahramanı olursunuz. Herkes için değişebilecek bir liste… Daha iyisi varsa da ben okuduğum kadarını biliyorum ve bunlar şu an en iyisi! Daha birçok türde konuşulacak kitaplar olsa da üç ayrı türde üç başyapıt derledim, […]

İlgini Çekebilir

Çoğumuzun, adını belki de hiç duymadığı fakat yaşamımızda denk gelebileceğimiz, farkında ve bilinçli olduğumuz takdirde erken tanı ve tedavi seçeneklerini düzenleyebileceğimiz, benim ise özel eğitim alanında tanıştığım bir sendromdan bahsetmek istiyorum sizlere: DiGeorge Sendromu. DiGeorge Sendromu (DGS) 22. kromozomun (22q11) delesyonu (kromozomun bağlı bulunduğu parçadan kopup silinmesi, yok olması) ya da translokasyonu (kopan veya kaybolan […]
“Sisyphus’u gördüm, korkunç işkenceler çekerken: yakalamış iki avucuyla kocaman bir kayayı ve de kollarıyla bacaklarıyla dayanmıştı kayaya, habire itiyordu onu bir tepeye doğru, işte kaya tepeye vardı varacak, işte tamam, ama tepeye varmasına bir parmak kala, bir güç itiyordu onu tepeden gerisin geri, aşağıya kadar yuvarlanıyordu yeniden baş belası kaya, o da yeniden itiyordu kayayı, […]
Bugün 10 Mart 2022. Gülistansız 796. gün “Ne durumdayım biliyor musunuz? Ölüm Allah’ın emri, ölüm dünyada var. Gençlerin ölümü zor ama biz her gün yeniden ölüyoruz. Her gün… Toprağa bile basmaya kıyamıyorum, acaba kızım içinde olabilir mi diye. “ 21 yaşında, Tunceli’de bir üniversite öğrencisiydi Gülistan Doku. 5 Ocak 2020 tarihinden bu yana haber alınamıyor. […]
Bir girişim fikriniz var ve bu alanda bir marka oluşturmak istiyorsunuz ya da henüz küçük bir işletmesiniz ve işletmenizi büyütüp kârınıza kâr katmak istiyorsunuz. İşte bu yolda atmanız gereken ilk adım markalaşmak olmalıdır. Peki marka nedir?                Marka yalnızca kalabalık bir pazarda sizi diğerlerinden ayıran isim, logo ve slogandan ibaret değildir. Markanız insanların sizinle etkileşimde […]