Yıllardır evrimin bir inanç meselesi olup olmadığı tartışılırken, inanmanın evrimini atladığımızı düşünüyorum. Bir dine, bir insana, bir siyasi akıma ve aklınıza gelebilecek herhangi bir şeye neden inanma ihtiyacı hissediyoruz? İçgüdüleriyle hareket eden bir hayvan olarak yaşarken, evrimimizin bir sonucu olarak inanma yeteneği mi kazandık; yoksa bu özelliğimiz bir çeşit evrime karşı gelme durumu mu?
Kadim bir bilgeden mistik bir hikaye
2017 yılında, hava yoluyla Ankara-İzmir seyahatimi gerçekleştirirken yanımda oturan 60-65 yaşlarındaki bir adam, okuduğu kitapla dikkatimi çekti. “İnancın Temeli” adlı bir kitabı okuyordu. Rahatsız etmemek için yolculuk sonuna kadar bekledim ve -sonradan adının Aziz olduğunu öğrendiğim- adama, “Sizce insanlar neden inanma ihtiyacı hissediyorlar?” diye sordum. Uçaktan inip valizlerimizi teslim alana kadar, ilk defa duyduğum bir hikaye ile sorumu cevapladı.
Milyonlarca ışık yılı uzaklıkta bir galakside, bizim dünyamıza neredeyse tıpa tıp benzeyen bir gezegen varmış. Bu gezegende yaşayan insanla aynı genetik kodlara sahip canlılara kendi dillerinde “rötr” denilirmiş. Tamamen içgüdüleriyle hareket eden rötrler, yüz binlerce yıl süren evrimleri sonucu düşünme yeteneği kazanmışlar.
Gezegende olan tektonik hareketler nedeniyle çok büyük bir afet olmuş ve denizler yükselmeye başlamış. Rötrler her yer sular altında kalmadan, kurtulmak için herkesin sığabileceği bir gemi yapmışlar. Gemiye binmeye başlamadan hemen önce, gökyüzünden rötrlere çok benzeyen beş adet canlı yeryüzüne inmiş. Rötrlere, bütün gezegen sularla kaplandıktan sonra çok büyük dalgaların olacağını ve eğer gökyüzünden yanlarında getirdikleri demir çubukları gemiye yerleştirmezlerse hiçbirinin gemide tutunacak bir yer bulamayacağını, savrularak zarar göreceklerini söylemişler. Rötrler bu teklifi memnuniyetle karşılamışlar ve kendilerine yardım eden bu beş canlının önünde saygıyla eğilmişler. Gemiye binerlerken hepsine tek tek, gemide hayatta kalacak olmalarını demir çubuklarla göklerden gelen canlılara borçlu oldukları hatırlatılmış. Asla tutamakları bırakmamaları gerektiği sert bir şekilde tekrar edilmiş.
Gemiye biner binmez herkes tutunacak bir yer aramış. Sağa sola yalpalanmamaları için soğuk demirler onları bekliyormuş. Herkes demir çubukların bir tarafından tutmuş. O kadar çaba sarf etmişler ki tutmaya çalışırken, günler geçmesine rağmen tutunmayı bırakırlarsa düşeceklerine daha çok inanmışlar. Tutunmaya çalışırken başka rötrleri ezmişler. Başka bir tutamaktan diğerine kayanları kabul etmemiş, tutunmalarına izin vermemişler. Gemide sapasağlam durmalarını onlara bahşeden canlılara borçu olduklarını düşünmeye devam etmişler. Yıllar geçtikten sonra cesaretini toplayabilen bir rötr, soğuk demiri tutmayı bırakıp kendi ayakları üzerinde durmayı başarmış. Onu, borçlu olduklarını düşündükleri canlılara saygısızlık yaptığı gerekçesiyle tekmeleyerek sağa sola çarpmışlar. Cesaretinin, doğruyu arayışının cezasını, özgürlüklerine vurulan prangalarla onu tekmeleyerek vermişler.
Meğer deniz, yeni yıkanmış bir çarşaf gibiymiş. Tutunmak için birbirlerini yemeseler de ayakta kalabilirlermiş. Tutundukça yorulmuşlar. Halsiz kalsalar bile, uyuşan elleriyle tutunmaya devam etmişler. Ettikçe inanmışlar, inandıkça rahatlamışlar. Tutunmasalar düşeceklerinden değil, tutunmasalar düşeceklerine inandıklarından kendilerine prangalar takmışlar. Yine de gözlerinin önündeki gerçekleri görseler de inandıkları şeyin doğru ya da yanlış olduğu onlar için bir anlam ifade etmemiş. Tutunmadan kendi ayakları üzerinde durabilenlere, diğer rötrler tarafından yapılanları görenler, soğuk demirlere daha da sıkı tutunmuşlar.
İnancın handikapı
İnanç konusunda en büyük handikap, insanlar arası ayrımcılıklara yol açmasıdır. İnsanlar için kolaylık olan inançlar, ilk bakışta birleştirici görünür ancak birleştirici görünmesinin nedeni, inançların “tek çatı altında toplama” güdüsüdür. Tüm inanç sistemlerinde, insanlığı kurtaracak olan o inançtır. Bu sisteme inanmayanlar, dahil olmayanlar veya inanmaktan vazgeçenler cezalandırılıp, dışlanacaklardır.
Kalabalıklar korkaktır. Tıpkı kendini dış dünyadan soyutlayan tarikatlar gibi… Tarikatlar, dış dünyayla bağlantı kurmak istemezler çünkü “bozulacaklarını”, inananlarının s güvenlerinin zedeleneceğini düşünürler. Kapalı tarikatlardaki inananlar; yabancılardan, dış dünyadan korkarlar. Dış dünya onlar için bilinmezdir.
Toplumsal infiallerde de bunlara benzeyen bir durum vardır. Bir anda alevlenen, destek bulan ve kısa sürede büyük bir kalabalığa ulaşan olaylarda bir süre sonra yanlış ve doğru birbirine girer. Kalabalığa karışan bireyler, gruba katılırken savundukları şeye inanarak girerler. Bir yanlışın peşinden gitseler bile bir süre sonra bu yanlıştan dönme cesaretleri korkuyla absorbe edilecektir. Sorgulayıp dönmeye kalkan kişi, düşman tarafında ilan edilecektir. (“#blacklivesmatter eylemlerinde yağmada bulunanları eleştirenlerin ırkçı ilan edilmesi gibi…)
Bir şeye körü körüne ve fanatizm boyutunda inanmak o şeye koşulsuz bağlılığı dolayısıyla o şeyi sorgulamamayı gerektirir. Futbol fanatizminden, “ku klux klan” tarzı ırkçılığa kadar bu değişmez bir etkendir. Aile ve çevre baskısıyla doğumdan itibaren şartlandırılarak inandırıldığı şeyden kopamaz. Kopmaya çalıştığında içinde bir yerlerde onu frenleyen, yaptığının yanlış olduğunu söyleyen bir ses ortaya çıkar. Kendi yaşayışıyla inandıkları arasında oluşan zıtlığı bildiği halde, eski bağlarından kopmamak ve onlara ihanet etmiş olmamak için tüm bilincine ve mantığına ters gelen bir iç dünya yaratır. İç dünyasının rahatlamasını kendi isteklerine göre değil, ona öğretilene şartlayarak yaşar. Nasıl bir saçmalıkla karşı karşıya olduğunu görse bile, bu tünelin ucundaki ışığa doğru yürümek istemez. Bilir ki inançta şüphe, inançsızlıktan kötüdür. İnanmak, inanılan şeyin anlattıkları ile değil, inananın kişisel ve daha önemlisi sosyal konfor alanıyla alakalıdır.
İnanç evrimin neresinde?
İnanç konusunda insan beyninin milyonlarca yıllık evrimi söz konusu. Evrilen ilk beyinler bir amaç için evrilmemişlerdi. Yalnızca içgüdüler ile hareket eden ilkel canlılar arasında mutasyona uğrayan bir canlı, beyine benzer bir organ geliştirdi ve hayatta kalma becerileri üstünleşti. Her amaçsız mutasyon gibi bu da mutasyonlar içinde devrim niteliğindeydi. Milyonlarca yıl süren evrim üzerine, insanoğlunu insanoğlu yapan “Cerebral Cortex” isimli beyin alanı gelişti. Artık “insan” DNA’sının içerdiği kodların milyonlarca birim üzerinde veriyi beyninin içinde depolayabiliyor ve bu verileri kullanabiliyordu. Böylelikle insanoğlu, inanç denilen içgüdüleşmiş kavramın üzerine çıkabilecek donanıma yüz binlerce yıldır sahip. Üstelik bununla da yetinmeyip, yalnızca kendini kurtarabilecek olan düşünce ve bilgileri yazıya döktü, kendinden sonra nesiller için kaynak oluşturdu.
Peki neden hala inanç ile haşır neşir idi?
Diğer “hayatta kalma” içgüdülerine derinden hitap eden “kolay ulaşılabilirlik” etkeninden dolayı.
Araştırma ve incelemenin kapsadığı yıllara ters orantılı olarak, inanç kullanarak belli açıklamalara çabucak ulaşmak, halen insanlığın beyindeki “maddenin bilince dönüştüğü” kısımları minimum düzeyde kullanmasına yol açan ilkel yöntemlerdir. Doğanın yüz binlerce yıldır insan bilincine işlediği kıtlık içerisindeki davranış biçimleri, gelişen teknoloji ve kaynaklara ulaşılabilirliğin kolaylaşması dolayısıyla artık insanlık içerinde değerini yitiriyor, ancak buna rağmen bu ilkel yöntemler, verinin ve veriyi bilgiye çevirme yöntemlerinin ulaşmadığı insan kitleleri tarafından halen “hayatta kalmak” için kullanılıyor.