Onunla ilgili hatırladığım çok şey var ama emin olduğum çok az anımız var. İçlerinde en taze, en belirgin olanı altmışlarının ortasında olmasına rağmen oldukça süslü ve bakımlı görünmesiydi. Cart kırmızı ojeleri ve her zaman pembenin koyu tonlarını andıran rujuyla hoş kokusunu yaya yaya geçerdi yanımızdan. Küçük bir kız çocuğunun iç geçirişi gibi özenirdim ona. Yaşlanınca ben de böyle bir kadın olacağım, derdim kendi kendime. Hatta bazen evde aynanın karşısına geçip annemin rujlarından sürer, onun yürüyüşünü taklit ederdim koridorda.
Hilda anneannemin kiracısıydı, hemen yanında, bitişiğindeki dairede oturuyordu. Kapısının üstünde rengarenk çiçeklerle bezenmiş küçük bir posta kutusu asılıydı. O kadar minikti ki görseniz kuş yuvası sanırdınız. Dışı bu kadar sevimli bir kapının içinden bazen öyle sesler yükselirdi ki bağırarak birileriyle telefonda konuşur, derdini bir türlü anlatamadığından yakınır dururdu. Çoğu zaman sesi dışarı taştığından konuşmalarına istemsizce ve rahatlıkla kulak misafiri olabilirdiniz ama kurduğu cümleleri anlamakta biraz zorlanabilirdiniz. Kökeni Ermeni miydi? Yoksa Yunan mı? Sanırım Rum’du. Her neyse o kısmı pek hatırlamıyormuşum demek ki… Anlamadığım dillerde küfreder, bağırır, yüksek sesle konuşmasından ötürü gelişen gıcığını bastırmaya çalışır ama en sonunda beceremez ve korkunç bir öksürük krizine girerdi. Kapısını çalıp her şeyin yolunda olduğundan emin olmaya çalıştığım zamanların sayısını hatırlamıyorum bile.
Torunuyla beraber yaşıyordu Hilda. Ataman mıydı? Atakan mı? Onu da pek hatırlamıyorum bak… Neyse, bana göre pek çelimsiz bir çocuktu ama etrafta onu beğenen çok kişi vardı. Hatta bunlardan biri de benim kuzenimdi. Sürekli onunla baş başa kalmaya çalışıyor, biz planlarını bozdukça bize sinir oluyordu. Tabii bunlar mükemmel hayal ürünümün parçası da olabilir. Ama Hilda teyzenin gözüne girdiğini hatırlıyorum. Belki de öyle sanıyordum. İçten içe pembe dizi izler gibi senaryolarını yazıp çizip kafamda oynatmış da olabilirim. En kötüsü de Ataman’ın pek yüz vermiyor oluşu ya da dediğim gibi kuzenime yazıp çizdiğim imkânsız aşkının hayali… Bu arada adı Atakan da olabilir, gerçekten neydi? Bir türlü hatırlayamıyorum… Neyse bu konuyu daha fazla uzatmayacağım. Kısaca torunuyla dostça çok güzel ama duygusal açıdan pek anlaşamıyorlardı. Yine de hepimizin gülünçlüklerini idare ediyordu Hilda teyze.
O yıllarda herkes daha bir samimi, daha bir sevimli ve komşuculuğu da oldukça benimsediğinden kahvaltılarımıza gelir, beş çaylarımızı hikâyeleriyle süsler, kahve içtiğimiz her an kokusunu almış gibi kapıda belirirdi. Bir keresinde her zamanki yerimde, apartman kapısının basamaklarında otururken aniden yanımda belirdi. Bir de öyle bir huyu vardı. Tele-kulak Semra teyzem gibi o da çıt sesine kapısını açar, olur olmadık yerlerde aniden karşımıza çıkar, nasıl ve ne ara geldiğine akıl sır erdiremezdik. Ben yine nasıl geldiğini anlayamadan kafamı kaldırıp baktım. Cırtlak ve gür sesiyle yana kaymamı söyledi. Sonra ince sigarasından çıkarıp yaktı bir tane. Bana da uzattı. On yediden fazla değildi yaşım ama sigaranın yaşı mı olurdu ki? Aldım bir tane. Tam yakacakken gerçekten burada, herkesin içinde içebileceğime olan inancımı sorguladı. Haklıydı. Az ileride kardeşim, arkadaşlarım ve kuzenlerim kol geziyordu. Sigarayı elimden alıp sol kulağımın arkasına yerleştirdi. Kısacık kesilmiş saçlarımı da şöyle bir dağıttı. Bol öksürüklü bir kahkaha attıktan sonra neyim olduğunu sordu. Ona göre sadece Karadeniz değil bütün denizlerde batmıştı gemilerim. Yere bakıp iç geçirdim. Tam “Her zamanki şeyler…” masalına başlıyordum ki kahve içip içmeyeceğimi sordu. Ben de olur, dedim. Sigarası bitince gideceğimizi söyledi. Uzun bir süre sessizce oturduk, sessizce konuştuk. Yaz sıcağının tatlı esintileri fısıldadı kulaklarımıza kederlerimizi. Gençlik heveslerim, yaşlılığın getirdiği hüzün ve daha nicesi…
Diğerleri de yanımıza gelip bizle, daha doğrusu Hilda teyzeyle oturmak istiyordu ama her seferinde onlara azıcık ötede oynamaları gerektiğini, kafasının kaldırmadığını söylüyordu. Sonra da bana bakıp gülerek gözlerini deviriyordu. Tamam, arada sırada onlara çikolata veriyor, birkaç kelime söylüyor, sevgisini ve şefkatini gösteriyordu ama yeteri kadar. Fazlasında gözü yoktu hiçbir şeyin. Mıç mıç olmayı da sevmiyordu. Ortasında bir yerlerde duruyordu işte. Üstelik onların sadece Hilda teyzesiydi, benimse dostum.
Her zaman siyaha boyalı bir şekilde gördüğüm saçlarını incelerken kafa derisinden taşan kabukları fark ettim. Ayrıca dibi de gelmişti. Neden boyamıyordu saç diplerini? Boya önemli değildi aslında. Bu kabuklar da neyin nesiydi? Deri miydi yoksa onlar? Müthiş meraklı bir ergen olduğumdan nedenini sordum. Sedef hastalığı olduğunu söyledi. Daha önce böyle bir hastalık duymamıştım ve ne olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu açıkçası. Ama biliyormuş gibi kafa salladım. Sonra onu daha detaylı inceledim. Elleri, kolları, bacakları, kısaca tüm eklem yerleri kafa derisi gibi pul pul dökülüyordu. Kafamdan balık pulu gibi, diye geçirdiğimi hatırlıyorum. Tabii o zamanlar sedefi anlamadığımdan bir iç geçirmesi daha gerçekleştirip geçmiş olsun dileklerimi ilettim ve yere baktım. Bir kahkaha daha attı. Bu sefer çok öksürmedi. Sigarasından son bir nefes daha alıp bahçeye fırlattı. Yavaşça ayağa kalkıp acele etmem gerektiğini söyledi, tüm gün beni bekleyemezmiş…
O önde, ben arkada emir eri gibi yukarıya çıktık. Apartmanımız eski olduğundan asansörün olmayışı canını çok sıkıyordu. Her basamakta bu konu hakkında söylenmeyi ihmal etmiyordu. Ben de hak veriyordum, yorulduğumu söylüyordum. Hayatın yorgunluğu yanında birkaç basamağın yorgunluğunun pek bir önemi olmadığını söylüyordu hemen peşimden. İleride göreceğim ben seni, diyordu. İçeri girer girmez Türk kahvesini nasıl içtiğimi sordu. Az şekerli, dedim. Anlamamış gibi suratıma baktı. Sonra tekrar sordu: “Türk kahvesini nasıl içersin şekerim?” Sorusunu anlayamamıştım. Başka bir şey mi demek istiyordu? Bu sefer oturarak içtiğimi söyledim. Neredeyse tüm gün bu lafıma güldü. Sonra bana Türk kahvesini en güzel bol telveli ve sade içebileceğimi anlattı uzun uzun. Tadını en iyi bu şekilde alırmışım. Şimdilerde bu kahve içimi alışkanlığımın ondan bana kalan bir özellik olduğunu fark ediyorum.
Evi kendisine göre oldukça sadeydi. Tahta işlemeli koltuklar, küçük bir televizyon ve tahtadan sehpalar. Kahveyi yaparken mutfaktan seslendi ve yemek masasının yanındaki dolabın çekmecesini açmamı istedi. İçinde albümler varmış. Dediğini yaptım. Onlara bakmak isteyip istemediğimi sordu. Gözlerim parlayarak bağırdım: Evet!
Tüm sabah hatta öğleden sonraya kadar onunla oturup acı kahvesinden ve ikram ettiği bitter çikolatasından yiyip ince uzun sigarasından içtim. Tek tük sigara içen birine göre oldukça kibar ve zevkli bir içişim olduğunu söyledi. Hatta önceki hayatımdan tecrübeli olabileceğimi söyledi. Reenkarnasyona inanıyordu ve herkesin yarım kalan işlerini tamamlamak için geri geldiğini düşünüyordu. Çünkü ona göre yüz elli yaşına da gelse insan, yetmiyordu, yetinemiyordu. Hep yaşımıza ve gençliğimize ne kadar çok özendiğinden bahsederdi. Halbuki bütün eski fotoğraflarında hepimizden daha dolu dizgin yaşamıştı gençliğini, bu belliydi ama yetmemişti işte demek ki. Eşini toprağa gömdüğünden, oğlunu da işkolikliği ile birlikte plazalara kurban verdiğinden beri eskisi gibi olmadığını söyleyip yakınıyordu. Eski ihtişamı ve görkemi yokmuş, ışığını yavaş yavaş yitiriyormuş…
Bana kalırsa sen her zaman görkemli, ihtişamlı ve pırıl pırıl parlayan bir kadın olacaksın Hilda şekerim, dedim. Hangi zamanda yaşarsan yaşa hep insanların hayatına dokunacağın bir an yakalayacaksın. Kaç kez tozunu atarsan at bu dünyanın, her gelişinde oturup bir kahve molası vereceksin benimle ve sevdiklerinle. Tecrübelerinin verdiği yorgunluk pudrasını süreceksin yine yüzüne. En güzel kıyafetlerinden oluşan anılarını giyeceksin üzerine ve tırnağındaki cilanın kurumasını beklemeden sigaranı yakacaksın. Siyaha doymuş saçlarını savurup dudağındaki rujunla gülümseyeceksin bana. Sen benim en eski, en yegâne dostumsun, bunu unutma. Ben seni asla unutmadım, unutmayacağım. İleride senin yaşına geldiğimde oturup anıları yâd ettiğim her an karşımda belirecek hayalin ve ben hâlâ toy olacağım karşında. Bundan eminim.
Emin olduğum bir şey daha vardı ta o zamanlardan. Benim yerim ayrıydı ve beni hiç bırakıp gitmeyecekti. Çünkü o günden sonra kimselere çaktırmadan, gizli gizli binlerce kez kahve partileri vermiştik Hilda şekerimle. Ne zaman canım sıkılsa yanında alıyordum soluğu. Ne zaman boğulsam hayattan oksijen tüpü oluyordu sanki bana. Sonra bir yaz sabahı, sıcacık güneşin gölgelerinde saklanırken haberin geldi. Zaten taşınmıştın. Eskisi gibi görüşemiyorduk. Sadece manikürün ve pedikürün için Türkan teyzeme geldiğinde görüyordum seni. Onda da uzun uzun dertleşemiyorduk. Ben saçma sapan dertlerimden, sen seni kahreden ve iyice azan sedeften… Bir de üstüne bu dünyadan göçtüğünü öğrendiğim an yıkılmıştım. Kupkuru bir şekilde çok üzüldüğümü söyleyip etraftan saklana saklana, bir köşe bulup saatlerce ağlamıştım. Böyle anlaşmamıştık ki. Bir keresinde yılbaşını beraber kutlarken bizimkiler tombalaya daldığında bana uzun süre boyunca ölmeyeceğini ve bunun sırrını bulduğunu, benimle de paylaşacağını söylemiştin ama tam o sırada saat gece yarısını geçti. Ondan geriye sayıp bire geldikten sonra, yeni yılın verdiği yetkiyle sabaha kadar eğlenip şarap içtik ve sarhoş olup yaşadığımızı hissettik. Minik sırrın çıktı aklımızdan. Sonrasında da taşındın zaten. Unutup, yitirip gittik birçok şeyi.
Sanırım o sırrı hiçbir zaman öğrenemeyeceğim. Gerçi sen de pek bilmiyormuşsun bu kadar erken gittiğine göre… Zaten kötü bir şey olacaksa her seferinde bir bahane bulur, beni atlatırdın sen. Yaralarını gizler, iyileşince gün yüzüne çıkarırdın. Olsun, canın sağ olsun. Sadece seni çok özledim, bunu bil yeter. Çok da kızma bana. Toparlayacağım. Nelerden geçtim ben, biliyorsun, her seferinde dimdik ayakta durmayı başardım. Bu da bir yolunu bulup tuzuma karışacak, merak etme, iyileşeceğim…
Dün geceki rüyamı süslediğin için de ayrıca teşekkür ederim Hilda şekerim. Her zamanki gibi çok güzel ve özeldin. Bir sonraki buluşmamızda görüşmek üzere, seni çok özleyen eski dostun Naz.