Büyük bir gürültüyle açtım gözlerimi, gardiyan kapıya vuruyor, “Uyan hadi artık!” diye bağırıyordu bana. Ayağa kalktım ve yatağımı düzelttim. Hücrenin kapısı açılır açılmaz gözlerimi kapatmak zorunda kalmıştım. Işık… İnsanın görmeye alışık olmadığı bir şey haline geldiğinde sanırım esir olduğunu daha iyi anlıyor. Yavaşça hücremden çıktım ve koridorda yürümeye başladım. Her taraf gardiyanlarla doluydu, dört bir yanımız sarılıydı. Duvarlar o kadar yüksekti ki bahse girerim tırmanarak cennete ulaşmak bu duvarları aşmaktan çok daha kolaydı. Aşamıyorduk o duvarları, istesek de istemesek de aşmak imkansız görünüyordu. Sakince duşa adımımı attım ve yavaş hareketlerle üzerimdeki her şeyi çıkarmaya başladım. Önce tişörtümü, sonra atletimi, sonra pantolonumu. Şortumu çıkarmama gerek yoktu, zaten yeterince çıplaktım, tabii çıplaklık dedikleri gerçekten buysa.
Duştan sonra kafeteryaya geçtim. Yemek için sıraya girdim, güzel yemekler var gibiydi, tabii ki kötü bir şey olsaydı yine yiyecektim, aç dolaşacak halim yoktu ya! Yemeklerin öteki tarafındaki görevli kepçeyle sanki fırlatıyormuşçasına yemekleri tabildotlarıma koyuyor ve “Sıradaki!” diye bağırıyordu. Sıra bana geldi, tabildotuma biraz çorba ve biraz yumurta ve poğaça aldım. Tam arkamı dönüyordum ki mutfaktan patates kızartması geldiğini gördüm ve hemen geri dönerek ondan da almayı başardım. Elimdeki tabildotla boş bir sıraya geçtim ve başımı önüme eğip yemeğimi yemeye başladım.
Yemeğimi yerken karşımdaki adam bana dik dik bakmaya başlamıştı. Yaşlı birisiydi, saçlarına çoktan karlar yağmış, yüz hatları tonlarca ağırlığa ulaşmış. Başımı kaldırdım ve ona doğru bakmaya başladım. Gülümseyerek bana “Senin daha çok yolun var.” dedi. Haklıydı, benim daha çok yolum vardı. “Senin cezan da bitmek üzere gibi duruyor.” dedim ona. Gülümsemeye başladı, mutluydu bu yüzden. “Haklısın evlat, sana bol şans.” dedi ve masada bir sessizlik hakim oldu.
Yemekten sonra herkes koşarak atölyeye geçti. Burada çalışmamız gerekiyordu, aksi halde yemek bize hayal gibi bir şeydi. Bir mühendis olarak masama geçtim ve elime geçen bozuk aletleri tamir etmeye başladım. Bir mühendis için böyle basit devreleri tamir etmek oldukça basit bir işti; gerçi ben her zaman yeni şeyler keşfetmeyi, dünyayı değiştirecek buluşlar yapmayı istemiştim ama bu da güzel duruyordu, en azından kısa yoldan karnıma yemek giriyordu ve bu benim için şimdilik yeterliydi.
Atölye şefinin yanıma doğru gelmeye başladığını gördüm, hemen yaptığım şeyleri yeniden gözden geçirdim ancak her şeyi doğru yaptığıma adım kadar emindim. Hemen ayağa kalktım ve “Buyur şef!” diyerek selam verdim. Gülümseyerek elini omzuma attı ve beni ileri geri sallamaya başladı. Bu pek alışık olduğum bir şey değildi, genelde şef birine gülümseyerek değil, öfkeden deliye dönmüş şekilde yaklaşırdı. Kolumu tuttu ve havaya kaldırarak atölyeye döndü. “Hepiniz bu adam gibi çalışın ve güzel ödüller sizi de bulsun!” diyerek bağırdı. Şefin ilk defa ödül verdiğine şahit oluyordum belki de. “Ödülüm nedir şef?” diye sordum merakla. “Akşam yemeğinde pirzola yiyeceksin.” diyerek karşılık verdi ve arkasını dönüp uzaklaştı. Bu güzel bir ödüldü, uzun zamandır et yememiştim.
İş saati geçtikten sonra bahçeye çıktım ve biraz dolaşmaya başladım. Çevreye biraz bakındım, basketbol oynayan güzel bir ekip vardı, hiç de fena bir tercih olmaz gibi duruyordu. Yavaş adımlarla yanlarına yaklaştım ve elimi havaya kaldırarak “Merhabalar, katılabilir miyim?” diye nazikçe sordum. Aralarında toplanıp biraz fısıldaştıktan sonra birisi öne çıkıp eliyle solundaki adamı işaret etti “Sen ondansın.” dedi. Hızlıca takımın kimlerden oluştuğunu öğrendim ve oyuna başladık.
Oldukça zevkli geçen bir oyundan sonra biraz sohbet için banklardan birisine oturdum. Sağımdaki kişi bana “Bu akşam pirzolayı sen yiyyorsun değil mi?” diye sordu, hafif bir gülümsemeyle ve ufak da bir gururla “Evet ben yiyyorum ancak istersen sana da verebilirim.” cevabını verdim. Gülerek koluma bir yumruk attı, “Sen ye hepsini bu hayatta kazandığını yiyeceksin.” cevabını verdi.
Bahçeden sonra akşam yemeği için yeniden kafeteryaya döndüm. Yemekler enfes gözüküyordu ancak benim yemeğim çoktan hazırlanmış ve özel bir masaya konmuştu. Masama oturdum ve herkes sırasını beklerden ben kocaman bir pirzolayı gömmeye başladım. Krallara layık bu sofrada otururken insan kendini efendi gibi hissediyor, maalesef en fazla hissedebiliyor. Arkadaşlarımdan birisi yanıma geldi ve masama oturdu, “Ortak olabilir miyim?” diye sordu. Elbette olabilirsin diyerek devam ettim. Masadan bir çatal kaptı ve pirzolama saplayarak kocaman bir parça alıp ağzına attı. Elimle masaya sertçe vurdum ve ayağa kalkarak “Sen ne yaptığını sanıyorsun lan!” diye bağırdım. Elimdeki çatalı hızlıca boğazına dayadım, ellerini kaldırdı ve kımıldamadan beklemeye başladı. Tüm kafeterya bizi izliyordu, aşırı tepki verdiğimi fark ettim ve çatalı bıraktım. Arkadaşım ayağa kalkıp “Ne bakıyorsunuz! Yemeğinizi yiyin!” diyerek kafeteryaya bağırdı ve sessizce masaya oturdu.
Arkadaşımdan özür diledim ve masadan kalkıp hücreme döndüm. Hücreme binbir zahmet soktuğum gitarımı aldım ve çalmaya başladım. Bunu yapmamı seviyorlardı, bu hücrelerin arasından pek böyle sesler çıkmıyordu. Gecenin karanlığında, hücreme yıldızların soktuğu azıcık ışığın altında, yıldızlara doğru çalmaya başladım ve tüm hücreler de bana eşlik etti. Daha sonrasında hücremdeki kitabı aldım ve hücreme giren azıcık ışığın altında, gözlerimi saldırıya hazır bir kaplan kadar kısarak okumaya çalıştım. En nihayetinde uyku saati gelmişti. Yatağıma yattım ve uykuya daldım.
Sonraki sabah kalktım ve yine aynı şeyleri yaptım.
Ondan sonraki sabah yeniden aynı şeyleri yaptım.
1 ay sonra yine aynı şeyleri yaptım.
5 yıl sonra yine aynı şeyleri yaptım.
60 yıl sonra yine aynı şeyleri yaptım
ve öldüm
Artık özgürüm.
Hala bu hapishane neresi anlamadın mı?
Hala kim olduğumu anlamadın mı?
Kaçıncı tekrarında anlayacaksın?