Başlığı gördüğünüzde “Nasıl ya?” diye düşündüyseniz amacıma ulaştığımı söyleyebilirim, merak duygunuzu tetiklediysem buyurun içeriğe geçelim. Bugün Fatih Sultan Mehmet döneminde şeyhülislamın fetvası ile birlikte diri diri yakılan yüzlerce kişinin de inandığı Hurufilikten bahsedeceğim.
İlk olarak Hurufilik bir mezhep mi, tarikat mı yoksa din mi? Bu konu tam bir neticeye varamamış olsa da Abdulbaki Gölpınarlı’nın din, Fatih Usluer’in ise bir düşünce akımı olduğunu belirterek başlayalım. Peki bu Hurufilik kim tarafından kuruldu?
1340 yılında Esterabad’da dünyaya gelen ve soyunun Hz. Muhammed’e dayandığı düşünülen Fazlullah tarafından 1386 yılında Tebriz çevrelerinde kurulmuş ve yayılmaya başlamıştır. Şeriata uymayan düşüncelerinden dolayı Alıncak’ta Şeyh İbrahim’in fetvası ile öldürülmüş ve cesedi sokaklarda gezdirilmiş.
Hurufiliğin ne olduğuna gelecek olursak harfler ve dolayısıyla seslerin derin anlamlar taşıdığını, görünenden fazlasını temsil ettiğini düşünen bir düşünce olarak adlandırabiliriz. Dinî hükümleri sesler ile yorumlayarak daha farklı anlamlara ulaştıkları düşünülür. Bu kadar basit kalmayarak gelecek hakkında da çıkarım yaptıkları biliniyor. Örneğin kıyametin ne zaman kopacağı veya mehdinin dünyaya inişi hakkında da fikirleri var.
Gıyaseddin’in İstivaname adlı eserine baktığımızda Hurufilerin içerisinde bir bölümün ahiret inancının olduğunu bir kısmının ise öldükten sonra doğaya karışıp yok olacağına inandığını biliyoruz. Kritik olan nokta ise ahiret inancı olmayan kişilerin daha yüksek mertebelerde yer alıyor olması. Aynı zamanda Fazlullah’ı tanrının zuhuru olarak görüyor ve şehadeti “eşhedü en la ilahe illa fazlullah” şeklinde değiştiriyorlar.
Peki İran sınırları içerisinde ortaya çıkan bu akım nasıl oldu ve Türk topraklarına dağıldı?
Fazlullah öldürüldükten sonra müritleri daha gizli bir yaşam sürmeye başladılar. Miranşah’ın kardeşini öldüren Ahmet Lor yakalandı ve öldürüldü. Üzerinde bulunan anahtar ile evi tespit edildi ve kendisinin bir Hurufi olduğu anlaşıldı. Görüştüğü insanlar tek tek bulunup sorgulandı, bir kısmı serbest bırakılırken bir kısmı ise idam edildi.
Bu sıralarda Tebriz’de bulunan Fazıl’ın kızı önderliğinde bölgede bulunan diğer Hurufiler ile birlikte bir ayaklanma gerçekleştirildi. Bu ayaklanma bastırıldığında hepsi öldürülüp cesetleri yakıldı.
İran’dan sürülen Hurufiler Anadolu ve Rumeli çevrelerine dağılmaya başladı. Gizli bir yaşantı sürdüklerinde Bektaşi tarikatları içerisinde kendilerini gizleyerek inanışlarını devam ettirdiler. Burada oldukları sırada Bektaşiler içerisinde düşünceleri rağbet görmeye başladı ve tekrardan yayılmayı başardılar.
Osmanlı içerisine geldiğimizde ise ilk olarak İslamiyet’i yeni kabul eden Balkan bölgesinde, sonrasında yeniçeriler arasında ve en sonunda saray içerisinde bile etkisini gösteren Hurufilik tekrardan güçlenmeye başlamıştı. Vezir Mahmud Paşa’dan Fatih Sultan Mehmet’in de Hurufilikten etkilendiğini öğrenen Şeyhülislam Fahredin-i Acemi, şeriatın gücünü kullanarak bir fetva verir ve Edirne’de 1000 kadar Hurufi’yi diri diri yaktırır. Fatih’in bu fetvaya karşı çıkmadığı da bildiklerimiz arasında. Yazılanları incelediğimizde uzun saatler boyunca et kokusunun bölgeden gitmediğini görebiliriz. Sonrasında Kanuni döneminde de bir kısmı sürgün edilmiş fakat tamamen ortadan kaldırılamamış, varlığını Bektaşilik içerisinde sürdürmeye devam ettirmiştir.
Merak ettikçe araştırmaya, araştırdıkça yazmaya devam edeceğim. Şimdilik bu kadar, başka bir yazımda görüşmek üzere.