Kararsızlık içindeydi. Acı ve karanlık… Düşünceler hızla geçiyordu aklından kurgusuzca, fütursuzca, hoyratça, dur durak bilmeden. Diyaloglar kuruyordu aklında, konuşmalar bozuyordu, kişiler çıkarıyordu, olaylar topluyordu. Bir karara varamıyordu. En kötü karar, bu halinden evla değil miydi? Kalp atışı hızlandı, genç harekete geçmek üzereydi. Ama hayır, hele bir şarkı bitsindi. Gitar sesinin arkasında yanık bir türkü sesi. Ne uyumsuz bir ikiliydi. İçindeki durumu bir şeye benzetti ama bilemedi. Dışarıdan gelen gıcırtıları -hayır, besbelli içinden geliyordu sesler- susturmak için müzik açmak istedi. Sahi, zaten bir şeyler çalıyordu aletten. Durdurdu, değiştirdi. Bir keman sesi, sözsüz. Düşüncelere dalmak için birebirdi. Ama olmayacak ya, minarelerden sela sesleri yükseldi. Üstüne ezan-ı şerif. Kapatmak zorunda kaldı teybi.
Dünyası değişti birden. Yeryüzü ayaklarının altından kayıp gitti. Düşmemek için bir yere tutunmak istedi, bulamadı. Yuvarlandı dipsiz kuyulara; sırtını, başını bir duvardan diğerine vura vura.
Yatağında doğruldu birden, üstünden yorganı savurdu. Rüya mıydı tüm bunlar? Hayır, dün idi yaşadıkları. Ne zaman uyumuştu ki, ne zaman geçmişti vakit, ne olmuştu kararının sonucu? Zihni bulanık, düşünceleri karmakarışık idi. Uzandı, teybine vurdu bir kez. Yabancı, akustik bir keman müziği. Sanatçıyı tanıyor ama telaffuz edemiyordu. Bir süre kulak kesildi, arka arkaya çalan müzikleri dinledi. Lightlar, akustikler…
Sokaktan geçen bir köpek gördü sonra. Sabahattin Ali’nin “Bahtiyar Köpek”i. Yazarı “Sırça Köşk”ü ile tanımış, “Bahtiyar Köpek” hikayesiyle sevmiş, kitaplarına hep bir tutku ile bakmıştır. Bu iki öykü dışında -ki aynı kitap içindedirler- başkaca okuyabilmişliği yok. Hem önündeki kitaplardan hem evde bulunmamasından. Salgın hastalıklar kırıp geçiriyor bu mevsimde, dışarıya çıkma lüksü de yok. Evin kitaplığı Gazalilerle, Nevevilerle, benzer yazarların eserleriyle dolu. Dışarıdan kendisinin getirdiği üç-beş klasiğe tutunuyor anca. Kitaplığa bakınca, babasının düşünce yapısını anlayabiliyordu. Eskiden babasını anlayamadığı için susardı, şimdi anladığı için susuyor. Sahi babası demişken, karşı karşıya oldukları vakit hep baba konuşurdu. Dün akşam susmuştu, ölüme gider gibi. Kağıda bir şeyler karalamıştı, infaz kararını imzalar gibi. Ama genç gene susmuştu. Babasını ilk defa bu kadar kendisi gibi görmüştü ama bu da ters tepmiş, kendini gene susturmuştu. Bu da karar vermesini sağladı. Hastayı değil hastalığı iyileştirecekti. Fotoğraf bozuktu, gözünden değil kameradan şüphelenmeliydi.
Önüne baktı, ileriye doğru. Müzik yükseldi, beraberinden duvarlar. Menzile giden o köprüyü kapattılar. Davrandı genç, ne olacağını görerek, geç kalmamak için. Evet, bir yıldırım düştü önüne, savruldu. Kendine geldiğinde köprü alevler içinde yanıyordu. Nasibi bu kadar hızlı kapanmamalı, hayalleri bu kadar çabuk yıkılmamalıydı. Yapacak bir şeyi yoktu. Işık ve amaç uğruna, karanlığa ve başıboşluğa çekilecekti. Yatağına yattı, yorganı çekti başına kadar. Yan döndü kıvrıldı. Şu an mecali yoktu, hele bir şarkı bitsindi. Her şeyi sonra halledecekti. Deliksiz ve rüyasız bir uykuya daldı. Muammaya doğru bakmak bile cesaret isterken, o bodoslama dalıyordu oraya. Yürekliliğinin ödülü ise acı ve can sıkıntısı idi. Ödülünün meyvesi ise uyku, bu döngüde yuvarlanıp gidiyordu. Bir laf okumuştu yol üstü, başını yolculuk ettiği otobüsün camına yaslayarak, yanından geçen bir tabeladan güçlük ile: “İnsanlarla ilişkilerin seni iyileştirmez. Yalnızlık da seni bitirmez. Bunu unutma.” Ah! Unutması ne mümkün, en çok istediği iki şeydi bunlar. Kendisini ezen, silikleştiren, bu hale getiren, kendini bu devr-i âleme sokan, o limandan bu limana savuran ne olabilirdi başka? Bilerek gelmemişti bu hayata, bilse hiç gelir miydi? Ama gariptir, isteyerek de gitmeyecekti.
Her şeye rağmen kendini bu anlamsız acılar silsilesinden çekip alacak bir el biliyor, onu bekliyordu. Ama açık unuttuğu teybinden başka bir el uzandı kendisine:
“Ölüm Allah’ın emri,
Ayrılık olmasaydı…”