Arabadan indim ve arkamı dönüp yavaşça kapısını kapattım. Güneş daha yeni doğuyordu, ben ise uçurumun tepesine geçmiş, dalgaların yarattığı o muhteşem müziğin eşliğinde sigaramı yaktım ve tanrının sanatını, güneşin o rengârenk doğuşunu izlemeye başladım. Denizden doğruca suratıma vuran o taptaze hava geldiğim onca yolun bütün eziyetini unutturmaya fazlasıyla yetmişti. Şu manzarayı, bu kusursuz atmosfer içerisinde izlemek için bırakın birkaç saatlik bir yolu koca bir orduyu bile karşıma almaya hazırdım. İnsan düşünmeden edemiyor bir türlü, neden bunca eziyet? Tanrı bize bu kadar eziyeti neden çektiriyor ki? Dünyanın her köşesini tıpkı bu köşe gibi yapsaydı, insanlara vermeseydi bu kadar dert, herkes oturup izleseydi şu kusursuz manzarayı, insanlar olmaz mıydı mutlu? Belki de olmazdı. İnsanı tatmin etmek ne zaman bu kadar oldu ki? İnsan dediğin şey bütün bu dünyayı ele geçirse bu sefer de galaksiyi ele geçirmeyi düşünürdü. Belki de en iyisi bu manzarayı yalnız izlemekti, sonuçta her insan az ya da çok bir tehdit anlamına gelmiyor muydu? Şu anda burada yalnız olmak, beni son derece güvende yapardı değil mi? Çok garip değil midir gerçekten, insanın en güvende olduğu anın yalnız olduğu an olması hâlbuki bize hep en savunmasız olduğu an derler. Bu da yanlış sayılmaz aslında. İnsan yalnız olabilir mi ki gerçekten? Böyle bir şey mümkün mü yani? Bence hiç de mümkün değil, bence insan yalnızken bile yanında birisi vardır, insan yalnızken aslında kendisiyle baş başadır, insan yalnızken yüzleşeceği en korkunç şeyle yüzleşmek zorunda kalır yani kendi zihniyle, bu yüzden hatırlamayız ya zaten rüyalarımızı! Çünkü unutmak isteriz, çünkü rüya dediğin şey aslında bir insanın zihniyle yüzleştiği andır ve insanın bunları hatırlamaya cesareti de yoktur. İnsan yalnızken de tehdit altındadır çünkü bir insana karşı olan en büyük tehdit kendisinden başkası değildir.
Sigaramı bitirdim ve yere fırlatıp bir güzel ayağımla çiğnedikten sonra yeniden arabama bindim ve sürmeye başladım. Camları sonuna kadar indirdim ve kıyı şeridi boyunca arabamı sürmeye devam ettim. Bir yere gittiğim yoktu, bir yere yetişmeye de çalışmıyordum hatta nerede olduğumu bile bilmiyordum, sadece sürüyordum, hiçbir kurala bağlı kalmadan tamamen özgürce sürüyordum arabayı, yol karşıma ne çıkarırsa, bana hangi seçenekleri sunarsa onlar üzerinden devam edecektim seyahatime, bazen böyle olmalıdır insan; tamamen amaçsızca, tamamen spontane bir şekilde hareket etmelidir.
Arabayı kullanırken yol kenarında baş parmağını kaldıran bir çift gözüme çarptı, kendi kendime “Neden olmasın ki?” diye sordum ve arabamı tam önlerinde durdurdum. Arabaya bindiler ve bana teşekkür etmelerinden sonra yolumuza devam ettik.
Adam yanıma oturmuştu, son derece kaslı bir yapısı vardı fakat pek de iri yarı olduğu söylenemezdi, ortalama bir boydaydı ve kasları olmasına karşın aslında zayıf bir yapısı vardı. Son derece sıcakkanlı durduğunu eklemeden geçemeyeceğim. Kadın ise arka koltuğa bindi, üzerinde vücudunun sadece “belirli” yerlerini kapatan bir kıyafet vardı, tanrının sanatını insanlardan gizlemeye hiç çekinmediği çok belliydi, bence en iyisini de yapıyordu. Bu manzarada böyle bir şeyi görmek son derece güzel hazırlanmış bir pastanın üzerinde çilek görmeye benziyordu. Kadının son derece güzel bir vücudu vardı, saçları doğan güneş kadar sarıydı ve gözleri yanından geçtiğimiz deniz kadar maviydi. Gerçekten bir iç çekmedim desem yalan olur, kim istemezdi ki böyle bir hayat arkadaşına sahip olmayı.
Biraz sohbet ettikten sonra buraya yabancı olduklarını anlamak zor olmadı, ben de yabancıydım ve sürekli benim aklımdaki soruları bana sorup duruyorlardı. Bir süre ilerledikten sonra bir sahil kasabasının yanında durduk ve beraber bir şeyler atıştırdık, yemek yerken sürekli gülüyorlardı, sürekli birbirlerine sarılıyorlar, birbirine sevgi gösteriyorlardı. Belki bu dediğime inanmayacaksınız ama ikisi de son derece mutluydu. İnsanlar nasıl başarıyordu bunu? Mutlu olmayı? Benim de oldu daha önce hayatımda çeşitli insanlar ama her biri, bir diğerinden farklı gelmedi. Hepsi sanki hayatımı kısıtlıyormuş gibi hissettirdi bana, beni özgürleştirmek yerine sanki esaret altına sokuyorlarmış gibi geldi.
Yemeği bitirdikten sonra yeniden arabaya atladık ve yolumuza devam ettik. Beni ağaçların arasında bir alana götürdüler ve orada bir çadır kurdular. Beni sevdikleri çok açıktı, onlarla birkaç gün geçirmem için ısrar ettiler, herhangi bir işim de yoktu ya zaten, bir süre kalmanın da bir zararı olmazdı.
Tüm günü beraber geçirdikten sonra hava kararmaya başladı, beraber bir kamp ateşi yaktık ve etrafına oturup birbirimize başımızdan geçen hikâyeleri anlatmaya başladık. Her şey çok güzel geliyordu, insan içinden keşke bugün asla bitmese diye geçirmeden edemiyordu fakat bitecekti, bitmek zorundaydı, mutluluk sürdürülebilir bir şey değildi, acı ve üzüntü ise tam aksine sürdürülmesi en kolay şeydi, şunu bilmek lazım ki bir insanın en savunmasız anı ya en mutlu olduğu an ya da en üzgün olduğu andır çünkü mantığını artık teslim etmiştir. En üzgün hâlindeyken insan, onu azıcık da olsa mutlu yapma ihtimali olan her şeye saldırmaya hazırdır. En mutlu hâlindeyken insan hep böyle kalacağını zannetme yanılgısına kapılır bu yüzden hata yapmaya çok müsait bir hâldedir. Bu ateşin etrafındaki herkes de en mutlu anını yaşıyordu, hepimiz savunmasız bir ceylandan farksızdık fakat onlar kat kat daha da savunmasızdı.
Gece ilerledikçe şarkılar söylendi, hikâyeler anlatıldı, içkiler içildi ve herkesin kafa artık Mars’ın bile daha yukarısına çıkmıştı. Hani demiştim ya insan mutluyken o mutluluk hiç gitmez sanıyor ve hata üstüne hata yapmaya korkmuyor diye. Buna bir de sarhoşluğu eklerseniz ipin ucu tümden kopuyor. Kız bir anda orada uyuyup kalıverdi, adamı iki omzundan tuttum ve yavaşça ormanın içerisine doğru yürümeye başladık. Onu orada bıraktım, muhtemelen kendine geldiğinde nerede olduğunu bile hatırlamayacağı için ormanın içinde kaybolacaktı. Daha sonra kızın yanına döndüm ve onu kucağıma alıp çadırın içine götürdüm. Tanrının yarattığı bu nimetten herkes kadar ben de faydalanmak istiyordum, kız kendine geldi, sürekli kahkaha atıp duruyordu, hiç sesini kesmedim ve yavaşça dudaklarına doğru yaklaştım, başta kafasını bir anlığına geriye doğru çekse de ona “Biraz eğlensek ne olur?” diye sordum ve dudaklarımız birbirine yapıştı, bir ara sevgilisi aklına geldi ve onu sordu ama “Sen onu dert etme.” dedim ve hiçbir şey demeden devam etti. Bütün geceyi beraber geçirdik, mutluluğun zirvesine ulaştık fakat sabah oluyordu ve o mutluluk geçmek üzereydi, o illüzyondan her an uyanabilir ve nasıl bir hata yaptığının farkına varabilirdi. O uyurken sakince yerimden kalktım ve çadırın dışarına çıktım. Anlaşılan mutluluğun zirvesindeyken tek hata yapan onlar değildi, adam kampa geri dönmeyi başarmış ve anlaşılan adamın bir de silahı varmış. Muhtemelen de en üzüntülü hâlini yaşıyor ve birazdan kendini mutlu edecek bir ihtimali gerçekleştirecek…
Abonelik
0 Yorumlar