MAHREMİ ORTADA DUVARLAR
Kahrolsun Fransa, kahrolsun yoksulluk, kahrolsun şu sokak duvarlarına yazıp açılamadığımız sevdalar!
Şu kentin sakinlerinden biri yahut belki kendi şehrinde çizmekten korkup sırf bunu çizmek için buralara kadar gelen bir insan, duvara kocaman ağlayan bir balık çizmiş. Sessizliğinde boğulup yüzgeçleriyle yürümeye mecbur bırakılan, soluk soluğa gelip bunu çizenin daralmış nefesini aldım az önce emanet olarak. Şöyle bir duvara dokundum, belli ki Fransa sakinlerinden değildi bu adamcağız ya da kadıncağız. Sahi bu kadın olmalıydı. Neden kadın olduğu kesindi ki zihnimde? Bir adam da yaptığı tonlarca gürültünün altında sessizliğinin peşine düşmüş olamaz mıydı?
Bize ne ki, kim çizdiyse çizdi. Bizi şu kaldırıma çizilen çiçek ilgilendirmeliydi. Kimin ne düşünerek çizdiği, uzun uzun tartışmaya değmeyeceği kesindi. Büyük bir olasılıkla onu bir kadın çizmiş olmalıydı. Sebebini açıklamak bana düşmez ama açıklayacağım. Ah… Utanç verici, şu sarhoş hâlimle bile anlatamıyorsam siz anlayın ne kadar rezil bir şey olduğunu!
Şu kaldırımın sonunda, mutfak penceresini dikizler gibi çizilmiş iki adam vardı. Buradan geçen insanlar bu manzarayla karşılaşınca gülmekten duramıyor, iyice çirkinleşiyorlardı. O pencerenin sahibi yaşlı bir kadındı. Yaşlı kadının geçmişe bakan minik penceresiydi. Arada pencereden sarkıyor ”Bak hâlâ bana bakıyorlar, ben çalışmıyorum artık orada. Defolun gidin, paranız da sizin olsun, yeter bari iki cimcik kalan namusumla gideyim tanrıya. Salın beni salın!” diyerek perdeyi çekiyordu. Ağlıyordu, duyuyordum. Buradaki insanlar kahkaha attıklarına göre bu durum her gün yaşanıyordu. Pencereyi dikizler gibi çizilen iki adamdan öteydi kadının hikâyesi. Hatta şu kaldırıma çiçeği çizen kadını bile tanıyor olabilirdi. Tabii ya, şu kaldırımın sonuna dayanan noktaya bağlıydı hikâyeleri…
Duvarları dillendirmek yerine, keşke duvarların arasına sıkışan hayatları konuştursalardı. Bu sokak, insanların içindeki tüm sıkıntıyı utanmadan, sıkılmadan duvara resmedenlerden başkası değildi. Mahremi, millete sergilemekle eş değerdi buradaki ayıp. Ve ne yazıktır ki kimse ”Bir dur, ayıptır, hassas konusundan vurma, acısını tazeleme.” dememiş. Aksine kahkahalara boğulmuşlar. İnsanların her gün yaşadığı bu üzüntüyü, sürekli bozulan ama inatla tamir edip o rezil fotoğraf kamerasıyla her saniyesini ilk günkü heyecanla çekip etrafa yaydırıp gülmeyi kahkahalara çeviren tonlarca insanla çevriliydi.
Şu sokaktan bir eskici geçmeliydi, ”Eskici!” diye bağırmalıydı. Şu penceresine çıkan kadın bu sesi duyunca biraz duraksayacaktı, sonra da sevinçle belki de hüzünle o topuklu ayakkabıları satmak için koşacaktı. Kaldırıma çiçek çizen kadının, mutlaka vardır bir çocuğu. Varsa muhtemelen o ayakkabıları almak isteyecek ve yıllar sonra o pencereyi tıklatacaktı barışma isteği. Ve yine muhtemeldir ki o kapıyı açmaya yetmeyecekti ömrü şu zavallının. Ama bedeninden önce o dertlerinin, o sıkıntılarının, o mecbur kalışlarının ondan önce evden çıkması onun ruhunu rahatlatacak, her duada eskici de nasibini alacaktı.
Bak sen şu işe, tüm mutluluk bana bağlıydı demek ha!
Ne yazık, ben işimi çoktan bıraktım. Çoktan sersefil olmaya ant içmişti borçlarım. Ve yine ne yazıktır ki ne o topuklu ayakkabı ne de o topuklu ayakkabıyı almaya koşan o kadının vereceği para kapatabilirdi borcumu. Uğraşmaya ne gerek, al topukluyu vur damına. Tek kelime ederse şerefsizim…
Gerçi etmese de şerefsizim. Ben düşüncelerimle kirletiyordum namusumu. Öteki insanlar, evlendi mi geçiyormuş pislikleri. Ama benimki farklıymış, ben evlensem de düşüncelerim kötü diye hep şerefsizmişim. Bak sen, ruhmuş önemli olan, beden burada kalırmış!
Güler geçerim. Onlara inanan karılarına apayrı gülerim ya!
Sahi bak, dakikalardır beni süzen bir kadın var karşı kaldırımda.
”Kötü düşünme.” diyorum kendime. Beni nereden tanıyor olacaktı ki?
Yanıma yaklaşıyor. Yanıma doğru gelirken çantasından rujunu çıkarıp sürüveriyor. Mor rengini hiç sevmezdim ama ona çok yakışmıştı. Saçları simsiyahtı, göz rengi ela, kendisi bembeyazdı. Tam bir kış kadınıydı. Adamı bir solukta kendine yaklaştırabilecek, yuvasını bozacak ve peşinden yıllarca koşturacak kadınlardandı. Evet, kesinlikle beni peşinden koşturup naz yapacaktı. Üstelik evli olmam onun nazını, işvesini arttıracaktı. Onun peşinden koşarken en sonunda bir kaldırımda kıstırıp öpecek ve ”Yakaladım lan seni.” diyecektim. Ama tepemize bir güneş doğacak ve eriyip gidecekti. Evdeki hatunun ahı her zaman tutardı çünkü…
Ah be kar kadını…
Ah şu mahremi ortada duvarlar…
Ah be pencereye çıkamayan anam…
Ah şu kaldırımın sonundaki, çıkılmaz zevk…
Ah kış kadını, bir kere öpeydim ya bari…
”Fotoğrafını çektin mi?”
”Evet, çektim.”
”Sence, eşinin zoruna gidiyor mudur?”
”Bilmem. Sonuçta duvara çizilen kadına aşık. Çok da zoruna gitmiyordur.”
”Sonuçta o adam da buradaki diğer insanlar gibi.”
”Mahremi duvarda olanlardan değil mi?”
”Evet , aynen öyle…”
Çekip gitmişlerdi. Karşıdaki kadına bakıyordum. Ben buradaki insanlar gibi deli değildim. Ne yani şu bana gülümseyen ”Cilve yapmayacağım, gel öp. Erimiş olsam da tadım güzeldir.” diyen, siyah saçlarının uzunluğu pencereme kadar ulaşan kadın gerçek değil miydi?
Bir elini yüzüne dayamış, bana hasetle bakan hanımıma bakacak olursak gerçek değildi. Çünkü pencereme uzanan saçlarını keserdi büyük ihtimalle. Ama penceremin karşısına geçip beni ve kar kadınını çeken insanlara ve kar kadınına ıslık çalan (sürekli kavga ettiğim erkekler)’e bakacak olursak o gerçekti…