Elimdeki fotoğrafı incelemeyi bırakamıyordum. Son altı yılın bana verdiği tek şeydi bu fotoğraf. İnceleyip dururdum, sanki bir iz varsa o da bu fotoğraftaydı. Onu bulabilmek için geçeceğim kapıların anahtarı bu fotoğraftaydı belki. Belki de yalnızca bir umut arıyordum. Öylece çekip gitmedim diyebilmek için bir umut…
Kaçıp gitmek istediğim, yaşadığım hayatın her alanında boğuluyormuşum gibi hissettiğim, koskoca şehre sığamadığım günlerin beraberinde getirdiği bıkkınlıkla uzun zamandır yapmak istediğim yolculuğu yapmaya karar vermiştim. Gideceğim yerin bir önemi yoktu, önemli olan gitmekti. Gitmek istiyordum varacağım yerin kaygısını gütmeden. Yalnızca yolda olmak, gidebilmek hissini yaşamak istiyordum. Aynı zamanda uzun zamandır babamın kitaplığında duran ve onun ölümünden beri okumayı hep ertelediğim kitabımı okumak istiyordum. Bunun için doğu ekspresi uygun bir seferdi. Küçücük bir alanda, kendi başıma olacaktım.
O yıllar annem ve kız kardeşimle yaşıyordum. Babamın ölümünü kaldıramayan annemin zorluğunu kız kardeşime, o tek başınayken yaşatmak istemediğim için üç yıl önce taşınmıştım ailemin evine yeniden. Üç yıldır, annem hiçbir gün bir öncekinden daha iyi olmamıştı. Sanki annem iyileşmek sözcüğünü lügatinden silmişti. Ne kardeşimin ne de benim böyle bir şansımız yoktu. Biz iyileşmek zorundaydık. Dayanak olmak zorundaydık.
Annemi kız kardeşime emanet edip yalnızca küçük bir sırt çantasıyla binmiştim trene. Yalnızca kendimi dinlemek, babamın başının ucundan hiç ayırmadığı bu kitabı anlamak istiyordum. Bu yolculuğun hayatımın en ilginç tesadüflerini karşıma çıkaracağını ve kendi hayatımı bir daha asla bıraktığım gibi bulamayacağımı bilmiyordum.
Ocak ayının sonlarında olduğumuz düşünülünce trende bu kadar az insanın olması sanırım şanslı olduğumu gösteriyordu. Sırt çantamı kompartımanıma bırakıp trenin içine bakındım. Benden hemen sonra, kırmızı şapkalı bir kadın girdi içeri. Farkında olmadan onu incelemeye dalmıştım. İspanyol paça pantolonunun altında siyah botları ve şapkasıyla aynı renk bir sırt çantası vardı. Siyah saçları şapkasının altından yüzüne düşen birkaç tutamdan ibaretti. Saçlarının geri kalanı, ensesinde alelade toplanmış bir topuzdu. Kadın hemen yanımdaki kompartımana girdi. O kendi kompartımanına girdikten sonra ben de kendi kompartımanıma girip telefonumu kontrol ettim. Çantamdan kitabımı çıkarıp kapağını inceledim: Cesare Pavese, Yaşama Uğraşı, Günlükler 1935-1950. Cesare Pavese, günlüklerini yazarken bu kitabın babamdan bana kalacak tek hatıra olduğunu bilse nasıl hissederdi acaba? Veya acaba babam, onun yıllardır yatağının yanındaki komodinin üzerinden eksik etmediği bir kitabı benim bir tren yolculuğunda okuyacak olmamı nasıl karşılardı? Kızar mıydı acaba bana, bu kitabı bunca zamandır okumayıp da şimdi hepsini birden okuyacak olmama? Belki buna kızmazdı ama onu memnun etmeyecek bir şeyi mutlaka bulurdu. Kitabı yerine koyup yeniden kompartımanımdan çıktım. Kendime sıcak bir şeyler almaya gidip geldikten sonra kırmızı şapkalı güzel kadını kendi kompartımanımda, benim kitabımı okurken buldum. Şaşırdım ve bir süre kadının benim de burada olduğumu fark etmesini bekledim. Fark edilmeyince ve kapı önünde durmaktan sıkılınca yerime oturdum. Nihayet fark edilince, kadının adeta eli ayağına dolandı:
“Çok, çok özür dilerim. Kapınız açık kalmış, geçerken kitabınızı gördüm ve inanamadım. Benim kompartımanıma bakarsanız görürsünüz. Çok sevdiğim, çok etkilendiğim bir kitaptır bu. Bununla birlikte Werther’i okuyacaktım… Her neyse, çok affedersiniz. Görünce bu basit tesadüf beni etkiledi yalnızca.”
“Sakin olun, sorun değil.” diyebildim yalnızca. “İntihar sonlarına ilgilisiniz sanırım.”
Bunu dememi beklemiyordu. Az önceki gerginliğinden bunu duyduktan sonra sıyrılabildi. Gülümsedi. “Mutsuz sonlar nedense ilgi alanım gibi bir şey. Kitabı burada gördüğüme çok şaşırdım. Çünkü yalnız iki kitapla gelmiştim buraya. Biri bu kitaptı.”
“Hoş bir tesadüf olmuş.”
“İsmim Dilhan.” dedi. Bu sefer gülen bendim. Yanlış bir şey söylediğini düşünüp şaşırdı, yüzü yeniden o gergin ifadeyi aldı.
“Kusura bakmayın güldüğüm için. İsmim İlhan, bir tesadüf daha olacağını beklemiyordum.”
Adımı duyunca o da gülmeye başladı. Kapı eşiğinde başlayan bu sohbet, benim kompartımanımda devam etti. Dilhan bu kitaba en az babam kadar hakimdi. İlk önce Cesare Pavese hakkında, sonra onunla aynı gün doğduğunu söylediği Tezer Özlü hakkında konuşup durdu. Tezer Özlü’nün Cesare Pavese’den ne kadar etkilendiğini, iki yazarın da en sevdiği öykülerini…
Belli ki Dilhan, benim tam aksime konuştukça konuşan biriydi. Fakat sanki Dilhan tam da bunun için gönderilmişti. İlk anki gergin halinden eser kalmayınca Dilhan ses tonuyla büyüleyen biri haline gelmişti. O konuşuyor, ben dinliyordum. Zaman zaman kendi öykülerini, zaman zaman sevdiği öyküleri anlatıyordu. Fakat Dilhan’ı izlemeye o kadar kapılmıştım ki ne bitirmek istediğim kitap kalmıştı aklımda ne de Dilhan’ın söyledikleri. Doğu ekspresinin eşsiz manzarası bile Dilhan’ın yanında sıradan kalıyordu. Uzunca bir süre konuştuktan sonra “Peki sen?” diyerek bana bıraktı konuşmanın kalanını. Cesare Pavese ile nasıl tanıştığımı duymak istiyordu.
“Ben Türkiye’de yaşamıyordum. Üç yıl önceye kadar… Münih’te yaşıyordum. Eğitimimi orada aldıktan sonra, orada yaşamaya başladım. Oraya taşınma sürecim de yıllar öncesine dayanıyor. Babamla çok zıt düşmüştük. Burada kalmamı, burada okumamı istiyordu ama benim hayalim oraya uzanıyordu. Yurtdışında okumak o genç yaşlarım için paha biçilmez bir hayaldi benim için. Babamı karşıma alıp gittim. Benim babam zaten tuhaf bir adamdı. Neyi neden ister anlamazdık. Bir şeyler söylerdi ama kafasından ne geçiyor, iç dünyasında neler var, ne biz bilirdik ne o. Yani ben öyle düşünüyorum. Çok söylerdim o zaman; kendisi bile bilmiyor ki ne istediğini, benim istediklerimi de kendine göre şekillendirmeye çalışıyor diye. Kardeşim ve annem suyuna giderdi onun ama ben gidemezdim. Bildiğim yoldan gitmeyi tercih ettim ben de. Okulum bittikten sonra da Münih’te bir yaşam kurdum kendime. Ailemi her ziyarete geldiğimde de babamın hâlâ diri bir öfkesi olduğunu görüyordum. Bir de bu kitabı okuduğunu… Neydi sebebi bilmiyordum o zamanlar. Sonra yıllarca her geldiğimde babamın başucunda buldum bu kitabı. Fakat ne var içinde hiç açıp da okumadım.
Üç yıl önce, ben Münih’teyken kardeşim aradı. Babam ölmüş. Kalp krizi geçirmiş. Hemen döndüm. O ilk telefon edildiğinde ne aldıysam onu aldım yanıma. Bir daha gidemedim Münih’e. Annemi, kardeşimi bırakamadım. O evde yaşadıkça babamı hiç anlamadığımı fark edip durdum. Babam mıydı anlaşılamayan yoksa ben miydim anlayamayan? Yoksa babam anlaşılmak mı istemiyordu? Babama dair onlarca soru, içimde yüzlercesini doğurdu. Tanımıyordum babamı. Adından, mesleğinden başkasını bilmiyordum. Annem tanıyor muydu, onu da bilmiyorum. Ama annem aşıktı babama, onu biliyorum. Zaten o ölünce, annem de günden güne kötüye gitti. Ben de hiç gidemedim. Ama sonra içimde kanser gibi büyüyen bu sorulara da katlanamadım daha fazla. Babamı anlamak istedim. O yüzden okumaya karar verdim bu kitabı. Üç yıldır çıkmadığım o dünyadan kafamı çıkarmak istedim. Gitmek istedim, giderken de babamı anlamak istedim. Ama öyle uzun bir gidiş değil bu, bir sonraki seferle geri döneceğim.”
Dilhan eli yanağında dinliyordu beni. Sakin, dingin bir yüz ifadesi vardı. Ne kadar da güzeldi. Onunla konuşurken, tüm bunları ilk kez konuştuğumu fark ettim. Birden savunmasız hissettim kendimi. Alışık olmadığım türden pek çok hissin ağına düşüvermiştim. Dilhan beni dinledikten sonra sessizliğini bozmadı, belki de bozamadı. Bir şarkı dinlemeyi teklif etti. Daha önce hiç dinlemediğim ama Dilhan için çok özel olduğunu anladığım bir şarkıyı açtı: Gone with the sin. Şarkı o günden sonra benim için de çok özel olmuştu. Dilhan uyuyakalana kadar dinlemiştik bu şarkıyı. Birkaç dakikalık bir anın saatleri bulan hoş bir tekrarıydı.
Doğu ekspresi, uzun bir sefer. Fakat çok hızlı geçmişti. Dilhan’la içine çekildiğimiz bir yolculuktu. Trenden indiğimizde, bir sonraki seferi beklemekten başka yapacak bir şeyim yoktu. Dilhan trenden inerken ziyaret edeceği birkaç yer olduğunu söylemişti. O yüzden birlikte geçirdiğimiz vakit için kısa bir araydı önümüzdeki bir gün. Dönüş biletimizi aynı güne almıştık. O yüzden benimle vedalaşmayı kabul etmemişti. Ona ulaşabileceğim herhangi bir bilgi de yoktu, bunu da sonraki seferde vereceğini söylemişti. Trenden indiğimizde, elindeki polaroid fotoğraf makinesiyle bir fotoğrafımı çekip verdi bana. Hatıra olduğunu söyledi. Sonra, yarın görüşürüz diyerek uzaklaştık birbirimizden.
Şehir merkezine gitmeyi planlıyordum. Geceyi geçirecek bir yere ihtiyacım vardı. Fakat tüm bunları düşünürken çok geçmeden telefonum çaldı. Kardeşim arıyordu. İnsanoğlu hisseder mi bilmiyorum, kardeşimin adını görünce telefonda içim kasıldı. Elim telefonu açmaya gitmedi. Tüm bedenim kasılarak götürdüm telefonu kulağıma. Kardeşim iç çekiyordu, hızlı ve aniden nefes alıp verirken iki kelime güçlükle çıktı ağzından:
“Abi… Annem…“
Kalakaldım öylece. Sırtımdaki çanta birden dünyanın yükü olmuştu sanki. Annem ölmüştü. Çivilenmiş gibiydim. Ağlayamıyordum, kendime kızamıyordum, neden buradayım diyemiyordum. Yalnızca kalakalmıştım. Gördüğüm ilk taksiye binip havalimanına gitmiştim. İlk uçakla da anneme…
Dilhan’ı bir daha hiç görmedim. Annemin acısını kabullenir kabullenmez Dilhan’ı aramaya başladım. Altı yıl boyunca ondan bir iz aradım. Fakat elimde bir fotoğraf, bir de o hiç binemediğim seferin bileti var. Gülümsüyorum fotoğrafta Dilhan’a. Fakat kameraya bakmıyorum, Dilhan’a bakıyorum. Arkamdan insanlar geçip gidiyor. Karlı bir fotoğraf, sol alt köşede Dilhan’ın gölgesi… Bir de şarkı; yıllardır her dinlediğimde kalbime bir ağrı olup saplanan o şarkı… Yeniden okumaya hiç cesaret edemediğim o kitap… Dilhan’ı karşıma bir tesadüf dizisi çıkardı yıllar önce. Belki yine bir tesadüf çıkaracaktı karşıma. Belki de hiç yaşanmamış bir aşkın ufak fragmanı, bir şarkı eşliğinde kalbime saplanıp duracaktı. Belirsizlik. Kocaman bir belirsizlik.