<<<Doğu Ekspresi – 1’i okumak için
Marienplatz’da, sık sık geldiğim bir kafede şehrin mimarisini hayranlıkla izlerken duyduğum ve uzun zamandır dinlemediğim bir şarkı, beni yeniden alıp o güne götürdü. İki sokak çalgıcısı Gone With The Sin’i çalıyordu. İlhan’ın hayatıma dahil olduğu o bir gün, yıllardır komik bir tesadüfle hayatıma dahil olup duruyordu. Belki de İlhan şu an Marienplatz’da bu şarkıyı işittiğimi duysa “Hoş bir tesadüf olmuş.” der ve gülerdi.
Fotoğrafa şöyle bir bakıp İlhan’a vermiştim hemen. Sonra “Yarın görüşürüz.” demiş ve uzaklaşmıştık oradan. Heyecanlıydım. Gideceğim her yere koşa koşa gitmek istiyordum. İlhan, kitabın ve isimlerimizin tesadüfünden çok etkilenmişti. Oysa fazlası vardı. İlhan’a, dönüş seferinde bunu anlatmak istiyordum.
Dönüş için biletimiz yarın akşamaydı. Cep telefonu kullanmıyordum ve yarına kadar yapmam gereken ilk şey bir telefon almaktı. İlhan’ın numarasını kaydetmek istiyordum. İçimdeki tuhaf heyecan, kendi kendime kızmama sebep oluyordu. Çocuk değildim neticesinde, öyle sohbet ettiğim bir adamın daha şimdiden kafamı kurcalayıp durması saçmalıktı. Fakat buna engel olamıyordum. O gün için tek düşündüğüm, ertesi günün bir an önce gelmesiydi.
İlhan’a buraya ziyaret edeceğim yerler olduğu için geldiğimi söylemiştim ancak durum tam olarak bu değildi. Fotoğrafçılık yapıyordum ve önümüzdeki aylarda Münih’te bir sergim olacaktı. Bu sergide, ülkemde daha önce gördüğüm ve büyülenip kaldığım yerlerin fotoğrafları da olsun istiyordum. Doğu Ekspresi, benim yıllar önce babamla deneyimlediğim ve manzarasından büyülendiğim bir hatıramdı. Kışın tam ortasında orada bulunmamın sebebi ise gördüğüm tüm güzellikleri yakalamaktı. Fakat İlhan’ın kompartımanında rastladığım kitap beni o kadar şaşırttı ki kendimi fotoğraf makinemin arkasında değil de İlhan’ın karşısında ona bu kitapla ilgili bildiğim tüm öyküleri anlatırken buldum. Sonra İlhan’ı dinledim. İsminin İlhan olması yetmezmiş gibi, onun da babası ölmüştü. O da bir dönem Münih’te yaşamıştı. Aynı kitabı okuyorduk ve ikimiz de oradaydık.
İlhan bana adını söyler söylemez içim öyle bir hisle kaplanıverdi ki alıp karşıma oturtmak istedim. İlhan’ın adının benim için bu kadar kıymetli olmasının sebebi isimlerimizin arasındaki bir harf farkının yarattığı tesadüf değildi. Henüz ona babamın adının da İlhan olduğunu, benim adımın da bu yüzden Dilhan olduğunu söyleyememiştim. Dönüş seferinde anlatacaktım işte.
İlhan’a anlatacaklarımda anne figürü yoktu. Ben tepeden tırnağa babamın kızıydım. Dokuz yaşıma kadar… Dokuz yaşımdan sonra bazen halamın, bazen babaannemin kızı olacaktım. Ait olduğum bir yer kalmayacaktı artık. Tüm çevreme, annemin beni doğururken; babamın ise ani bir kalp kriziyle öldüğünü söyleyecektim. Çünkü ”Babam intihar etti.” demek zor gelecekti. Nasıl denirdi ki bu? Başlı başına ailem olan adam beni, ben küçücükken kocaman dünyada tek başıma bırakmıştı. Hem de ben yan odada ikimizin resmini çizerken…
Duyduğum silah sesinden korkup kalemimi düşürmüştüm elimden. O korkuyla yerimden fırlayıp babama koşmuştum. Sımsıkı sarılacaktım ona, korkum geçecekti. Dünya koskocamandı, korkunçtu. Ama sanki benim babam dünyadan da büyüktü; her şeyden korurdu beni. Dokuz yaşıma kadar böyle sanıyordum. Fakat babamın odasının kapısını açıp onu öylece yatarken gördüğümde ne yapacağımı şaşırmıştım. Babamın telefonunu alıp halamı aramıştım. Son telefon kullanmam olmuştu. Ardından eve önce halam, sonra ambulans, son olarak da polisler gelmişti. Bir daha hiç girmemiştik o eve. Neden bilmiyordum. İlhan gibi ben de babama dair pek çok şeyi bilmiyordum. İçindeki soruların soruları doğurması, bunun içinde bir kanser gibi büyümesi ne demekti çok iyi biliyordum. Ben de onun gibi Yaşama Uğraşı’nda, Werther’da ve daha birçok kitapta babamdan bir iz arıyordum. Belki İlhan beni anlardı. Belki çoktan anlamıştı. Belki…
İlhan’la birbirimize görüşürüz dedikten sonra, polaroid makinemi yerine koyup sergi için kullandığım makinemi çıkarmıştım çantamdan. İlhan uzaklaşırken onun arkası dönükken çekmiştim bir fotoğrafını da. Bu gezide çektiğim ilk gerçek fotoğraf buydu. Çok heyecanlandırmıştı beni. Yarın bu fotoğrafı ve çektiğim diğer fotoğrafları gösterecektim ona. Ne çok şeyi yarına bırakmıştım. Bilsem bırakır mıydım…
Bir telefon satın aldıktan sonra şehrin pek çok yerinden, pek çok fotoğraf çekmiştim. Çektiğim fotoğrafları incelerken sergide İlhan’ın olduğu fotoğrafı da kullanmaya karar vermiştim. Bu fotoğrafın adını ”Tesadüf” koyacaktım. Kaldığım küçük pansiyonda bunları düşünürken İlhan’a çok hızlı kapıldığımı fark ediyor fakat bundan hiç korkmuyordum. Çünkü hayatımda ilk defa, birinin ruhuna doğru çekildiğimi hissediyordum. İzahı mümkün olmayan bir hisle, beni ona getiren onca tesadüfle birlikte çekildikçe çekiliyordum.
Nihayet ertesi gün geldiğinde tam bir saat önceden beklemeye başlamıştım İlhan’ı. Dün fotoğrafını çektiğim yerde. Fakat İlhan gelmedi. Ne bir haber ulaştırmıştı ne de başka bir şey. Bana nasıl ulaşacağı hakkında en ufak bir fikrim dahi olmasa da İlhan burada yoktu. Bildiğim tek şey buydu: İlhan gelmemişti. Trene binip kompartımanıma geçtiğimde tren hareket edene kadar geleceğine inandım. Dün, dünyanın en kısa yolculuğu olan bu yolculuk artık bitmek bilmiyordu. Sanki geçen her dakikada yıllarca yaşlanıyordum. Sanki hayal görüyordum. Tüm bunlar hayal gibiydi. Ya İlhan’ı hiç tanımamıştım ya da İlhan birazdan gelip oturacaktı karşıma. Sanki bindiğimden beri “Gone With The Sin” binlerce kez çalmıştı.
İlhan’dan geriye, birkaç ay sonraki sergimin en gözde eserlerinden biri olacak fotoğraf ve kocaman bir hayal kırıklığından başka hiçbir şey kalmamıştı. O seferden döndükten kısa bir süre sonra Münih’e taşınmıştım. İlhan’ın da gezip dolaştığını bildiğim bu sokaklar artık çok daha güzeldi benim için. Belki bir tesadüf, onu Münih’te karşıma çıkaracaktı. Belki de İlhan artık sadece bir hatıraydı. Dünyanın bir yerinde, şimdi ne yaptığını bilmediğim, belki de beni bir daha hiç hatırlamamış birinin hep hatırlanacak olan bir hatırası…