Ölümün gerçekliğiyle tanıştığımda küçücük bir kız çocuğuydum. Bugün var olan birden yok oluyordu. Pek kavrayamamıştım o zamanlar. Aklım almamıştı, zorlanmıştım. Birden nereye gidiyorlardı? Şekillenmedi kafamda. Bir türlü şekillenmedi. Ölüm kavramı bir türlü şekillenmedi. Neydi, nedendi, tam olarak ne zamandı? Kimi seçiyordu, neye dayanıyordu? Yetmemişti minik aklım anlamaya. Şimdi 18’im ve ölümü her zerremde hissedebiliyorum. Her yanım, en derininde hissediyor. Ölümün yaşattığı yıkımı, şimdi çok daha iyi anlıyorum. Anlayabiliyorum.
Gidene değil de kalana zormuş aslında. Gidenin gittiği yer belliymiş de kalanın gidecek yeri olmuyormuş. Giden kurtuluyormuş da kalan başa çıkamıyormuş. Tüm bunları yeni yeni anlıyorum. Sindirmesi çok zor. İnanın bana, çok zor. Varlığına alıştığın birinin yokluğuyla savaşmaya çalışmak çok zor. Giderken yüreğinde açtığı yarayı iyileştirmek mümkün değil. Hafızana kazınmış anılarınızı hatırına düşürmemek mümkün değil. Yaşadığınız yahut yaşayamadığınız şeyler için kederlenmemek mümkün değil. Meğer hiçbir şey bizim elimizde değilmiş, yeni anladım.
Sehpasındaki yarım kalan su bardağı, ertesi gün giymek için ütülediği gömleği, içip bıraktığı son sigaranın izmariti… Ondan geriye kalan her şey tokat gibi çarpıyor yüzüme. ‘’Nasıl olabilir böylesi?’’ diyorum usulca. Göz gezdiriyorum etrafta. Kokusu hala o odada, hissedebiliyorum. Ama o yok. Her şey burada. Dün akşamdan kalan kirli tabaklar, yeni yıkanmış çamaşırlar, sobaya atılmak için kesilmiş odunlar… Her şey burada. Ama o yok. Ona dair her şey var ama o yok. Bir daha asla olmayacak. Dün gece buradaydı halbuki. Tam şurada, televizyon izliyordu belki de. Ya da diğer köşede camdan dışarıyı seyrediyordu. Buradaydı, buralarda bir yerlerdeydi. Şimdiyse yoktu.
Nasıl mümkün olabiliyor bu? Nasıl, nasıl, nasıl? Ölüm diye adlandırdığımız şeyin, kan kusturmak için yaratılmış bir canavar olduğunu düşünmeye başlıyorum. Derin bir nefes almak istiyorum, yapamıyorum. Odanın havası boğuyor beni sanki de. Onun kalbini durduran hava buydu, değil mi? Onu benden koparan oda buydu, değil mi? Bir veda bile edemeden gitmişti. Son bir defa öpemeden, son bir defa sıkıca sarılamadan gitmişti. Kırgındım. Ona da evrene de kırgındım. Kızgındım aynı zamanda. Başa çıkmakta zorlandığım bir acıyla beni yalnız bıraktığı için kızgındım. Ne zaman beni görse gülen yüzüyle içimi ısıtan, ne zaman sesimi duysa döktüğü gözyaşlarıyla beni de duygulandırıp ağlatan adamın üstüne hiç umursamadan attılar buz kesmiş olan o toprağı. Biri de durup düşünmedi. Öylece kabullendiler. Gitmişti işte. Aniden, haber vermeden, bir veda bile etmeden gitmişti.
Uyuyakaldığında üşümemesi için üstünü örttüğüm insanın, siyah bir torbada soğuk toprağa teslim edilmesi kanıma dokunmuştu. İçtiği son sigarayı kalbimde söndürmüştü sanki. Öyle yanıyordu yüreğim, öyle çok acıyordu. O yanığa iyi gelecek merhemim yoktu. Hiç olmayacaktı. İçimde eksilen bir şeyler vardı ve ben tamamlayamayacağımdan çok emindim. Dün vardı, bugün yoktu. Bir daha hiç olmayacaktı. Bir daha, hiç. Hiç.
‘’şimdi ışıklar içindesin
tam da istediğin gibi
başucunda bir zeytin ağacı
bekliyor istediğin gibi’’