Beynime saplanan şiddetli bir sancıyla uyandım. Bir süre gözlerimi açmaya korktum. Zihnimdeki uğultu geçmemişti. Geçsin istedim. Ellerimi iki yana açıp tüm gücümle şakaklarıma vurdum, iki kez. Çok gücüm kalmamıştı. Yine de bileklerim şakaklarıma her dokunduğunda zihnimdeki uğultu çoğaldı. Yavaşça gözlerimi açıp usul usul etrafı süzdüm. Güneş henüz doğmamıştı. Karanlığı seyrettim. Gözlerim karanlığa alıştıkça odanın içi daha görünür hâle gelmişti. Sandalyemin üzerindeki kıyafet yığını, masamda yarısı içilmiş bir bardak su ve odamın kapısından yatağıma kadar gelen belli belirsiz kan izleri. Korkuyla gözlerimi tekrar kapattım. ”Düşün, düşün!”. Hiçbir fikrim yoktu. Hatırlamaya çalıştıkça beynimdeki elektrikli süpürge biraz daha gürültülü çalışıyordu. Ellerimi yüzüme kapatıp ne hissettiğimi anlamaya çalıştım. Üzüntü ya da mutluluk hissetmiyordum ya da o türden bir şey. Sadece biraz korku… Yapmış olabileceklerimden ya da yaptıklarımdan değil. Ne yaptığımı hatırlayamamaktan korkuyordum. Tüm bunları düşünürken suratıma kapattığım ellerimden burnuma soğuk, paslı demir ve tuz karışımı bir koku geldi. Midem bulandı. Ellerimi yüzümden uzaklaştırıp avuç içlerime ve parmaklarıma baktım. Parmak eklemlerimde ve avuç içlerimde kurumuş kan lekeleri vardı. Demek kokunun sebebi buydu. Kanın bana ait olup olmadığını anlamak için lekelerin olduğu yerlere bastırdım. Yaralanmamıştım. Yüzümü kontrol ettim. Kan bana ait değildi. Hâlâ ne olduğunu hatırlayamıyordum ama korkum geçmişti. Hiçbir şey hissedemiyordum. Ama o odada biraz daha durmamam gerektiğini biliyordum. Ayaklarımı sürüyerek banyoya gittim. Soğuk suyun altında, temiz suyun vücudumdaki kan lekeleriyle karışıp kızararak akışını seyrettim.
Sandalyemin üzerindeki kıyafet yığınından elime ilk gelen birkaç parça kıyafeti üzerime geçirip evden çıktım. Hava soğuktu. Ayaz burnumu yaktı. Nereye gideceğimi bilmiyordum ama sanki bacaklarım bana sormadan nereye gideceklerine karar vermişler gibi kararlı adımlarla ilerliyordu. Zihnimdeki sesler hiç susmuyordu. Bütün gün yürüdüm. Hava karardıkça sesler de azalır sanıyordum. Aksine herkes daha gürültülü konuşmaya başladı. Bir süre sonra kendi nefesimi dahi duyamaz oldum. Kurtulmak istediğim aşikârdı ama bunun için hiç çabalamadım. Bulunmak istiyor gibi görünüp bulunmamak için elimden geleni yaptım. Hep aynı yöne doğru yürüsem kurtulurdum belki ya da oturup yardım beklesem. Ama zikzaklar çizdim. Kurtulmak istediğim bu yerin derinliklerine indim. Kendime nedenini açıklayamasam da bunu isteyerek yaptım. Etrafımdaki her şey birbirinin aynıydı. Her adımımda daha da kayboldum. Aynı ağacın yanından belki otuz kere geçtim. Her geçişimde kendime biraz daha yabancılaştım ve her geçişimde biraz daha kayboldum. Şimdilik belki de otuz kez kaybolmuş hâldeyim ve aklımdan geri dönmek fikrini hiç geçirmedim. Yine de yorgunum. Ayaklarımı sürüyerek yürüyorum ama nefes nefeseyim. Hava hep karanlık. Belki de o sesler hiç susmasın diye.
Heyecanlanmaya başladım. Bir şeye yaklaştığımı hissediyordum. Gözlerimle yerde kendimi savunabilecek bir şeyler aradım. Bulduğum dal parçasını parmaklarım acıyana kadar bütün gücümle kavradım. Sonra onu gördüm. Öylece dikiliyordu. Tepkisizdi. Gözleri bir ölününkilerden farksız hep aynı yere bakıyordu. Teni soluktu. Yüz hatları karanlıktan seçilmiyordu fakat hüzünlü bir beden dili vardı. Omuzları düşmüş, kolları sanki ona ait olmayan iki paçavra gibi yanlarında duruyordu. İncecik bir boynu vardı. Göğsü hızlı hızlı inip kalkıyordu. Nefes nefeseydi. Ama hiç koşmamış olduğu her hâlinden belliydi. Bir an için gözlerini dakikalardır dikmiş olduğu yerden kaldırıp yüzüme baktı. İşte o an zamanı geldiğini anladım. Kan akışım hızlandı. Vücuduma adrenalin dolduğunu hissediyordum. Tüm gücümle ona doğru koştum. Korkmuyordu. Hareket bile etmiyordu. Elimde tuttuğum dal parçasını tüm gücümle yüzüne indirdim. Yere düştü. Öylece yatıyordu. Tepkisizdi. Ağzının kenarından kan sızıyordu. Ölüyordu. Ve gözleri gözlerimin içine kenetlenmişti. Acı çekiyordu. Ama yüzüne yediği darbeden değil. Acı çekiyordu çünkü beni tanımıştı. Acı çekiyordum çünkü ben de onu tanıdım. Yüzüm kanlar içinde yerde yatıyordum ve artık bitirmesi için kendime sessizce yalvarıyordum; ağzımdan hiçbir kelime çıkmadan, gözlerimle. Ne istediğimi anladı, ne istediğini anladım. Yüzüme defalarca vurdu, yüzüne defalarca vurdum. Her yerine kan bulaştı, her yerime kan bulaştı. Öldüm, öldü.
O gece kendimi öldürdüğümde her şey geçer sandım. Hiçbir şey geçmedi. Başım çok ağrıyordu. Eve gittim. Bir bardak su alıp odama girdim. Yarısını içip bardağı masama bıraktım. Ellerimdeki kan izleri kurumuştu ama ayaklarım hâlâ yürüdüğüm yerlerde lekeler bırakıyordu. Kendimi yatağa attım. Gözlerimi kapattım ve uyudum.
Beynime saplanan şiddetli bir sancıyla uyandım. Bir süre gözlerimi açmaya korktum. Zihnimdeki uğultu geçmemişti. Geçsin istedim. Ellerimi iki yana açıp tüm gücümle şakaklarıma vurdum, iki kez. Çok gücüm kalmamıştı. Yine de bileklerim şakaklarıma her dokunduğunda zihnimdeki uğultu çoğaldı. Yavaşça gözlerimi açıp usul usul etrafı süzdüm. Güneş henüz doğmamıştı. Karanlığı seyrettim. Gözlerim karanlığa alıştıkça odanın içi daha görünür hâle gelmişti. Sandalyemin üzerindeki kıyafet yığını, masamda yarısı içilmiş bir bardak su ve odamın kapısından yatağıma kadar gelen belli belirsiz kan izleri…