Askerler kollarıma girmiş bir şekilde beni yavaş adımlarla kürsüye doğru götürüyorlardı. Meydan, alabileceğinden de fazla insan almayı başarmıştı. Herkes küfürler ediyor, aklına gelen ne kadar hakaret varsa bana doğru savuruyordu. Hepsi beni suçlu olarak görüyor fakat hepsi de bana yapılacak olan cinayeti izlemeye gelmişti. Onların gözünde bir canavardım ve bu canavarın ölümünü görmek onları mutlu edecekti. Nasıl ki Ortaçağ’da cadıları yakıyorlarsa beni de burada büyücü diye yakacaklardı. Cadı avı daha yeni başlıyordu fakat hiç kimse bunun farkında değildi.
Kahverengi elbiseli, kolunda kırmızı bir şerit bulunan adam kürsüye doğru hırslı adımlarla ilerliyordu. Koyunları görmüş bir kurt kadar hırslı adımlarla ilerliyordu. Buradan nefessiz olarak çıkacak kişi benim diye avı da herkes ben sanıyor. Ben buradan nefessiz çıkacağım fakat geriye kalan herkes akılsız olarak çıkacak. Ben burada yaşama kavuşacağım onlarsa ölecek olanlar.
Adam kürsüye çıkar çıkmaz hızlı bir manevra ile halka döndü ve sağ elini havaya doğru kaldırarak selam verdi, halkın tamamı onu taklit ederek aynı şekilde selam verdi. Halkın bu aralar yaptığı tek şey buydu, sadece taklit ediyorlardı çünkü bu halkın düşünceleri artık ona emanetti ve bu adam emanete sahip çıkacak son kişiydi. Bu halk yılana sarılmıştı ve bırakmak da istemiyordu çünkü yılan, yılandı ama onları sokmadığı sürece kimi soktuğunun bir önemi yoktu. Belki onları da soksa yine kimi soktuğunun bir önemi olmayacaktı.
Birkaç basamak çıktıktan sonra beni bir duvarın karşısına getirdiler. Herkes beni her açıdan görebiliyordu. Adam beni işaret ederek yaptığım hainlikleri teker teker sayıyordu. Haklıydı, ihanet etmiştim, ben bir haindim ancak ben kendimden daha büyük bir haini durdurmak için ihanet ettim. Ben pek çok şeye ihanet etmiş olabilirim fakat o hainlerin aksine bu halka asla ihanet etmedim.
Dört tane asker karşıma geçti ve omuzlarındaki tüfeği önlerine koydular. Yanlarındaki komutan, bütün meydanı inleten sesiyle bağırdı: “Nişan al!” fakat adam komutana durmasını söyledi. Bir maymun gibi el kol hareketleri yaparak başımı eğdirmek için emir verdi. Askerlerden birisi yanıma geldi ve tüfeğinin dipçiğini kafama geçirdi fakat başımı eğmedim, bir daha geçirdi ve yere devrildim. Gözlerim iyice ağırlaştı, daha fazla dayanamadım ve kendimi bıraktım.
Gözlerimi bir odanın içerisinde açtım, yatağın üzerinde yatıyordum. Yavaşça başımı kaldırdım, üzerimde hastane elbiseleri vardı fakat bulunduğum yer son derece lüks bir binaydı. Yataktan kalktım, karşımda bir masa vardı, parmak uçlarımda masaya doğru ilerledim. Masanın üzerinde bir kağıt vardı, kağıdın üstünde de bir silah, silahın ucundan mürekkep damlıyordu. Silahı elime aldım ve doğruca odanın kapısına yöneldim. Dışarı çıktığımda upuzun bir koridorla karşı karşıya kaldım. Koridor baştan sona kırmızı halılarla döşeliydi ve loş bir ışıkla aydınlatılıyordu. Duvarlar o kadar beyazdı ki bu kadar beyaz olması insanın gözüne süslü görünüyordu. Pencereden dışarıyı kontrol ettim, hava kararmıştı, bahçenin önü baştan sona asker doluydu, bulunduğum yer çok iyi korunuyordu, burada mutlaka önemli bir şeyler olmalıydı.
Koridorda yürümeye başladım, karşımdaki koridor dümdüzdü, hiçbir şekilde sağa veya sola ayrılmıyordu, sadece karşıya yürüyebiliyordum, ben de bunu yaptım. Koridorun sonunda bir kapı belirdi, kapı daha önce hiç görmediğim kadar rahatsız ediciydi, kapının şeklinde bir sorun yoktu sadece rahatsız edici hissettiriyordu. Bütün dikkatimi odakladım ve elimdeki silahı kapıya doğrultarak sakin bir şekilde kapıyı araladım. Kapının arkasında o vardı. İçeriye girdiğimde adam bana doğru bakıyordu. Elimdeki silahı gördü ama hiçbir şey yapmadı. Bir sandalye çekti ve karşıma oturdu. “Ne istiyorsun?” diye sordu. Ona sadece tek bir şey istediğimi söyledim, bana ne olduğunu sordu, “Adalet!” diye haykırdım suratına. Bana istediğimi verebileceğini söyledi. Haklıydı, verecekti. Daha doğrusu ben ondan alacaktım çünkü adaleti sağlamanın tek yolu kafasında kocaman bir delik açmaktı. Silahın horozunu indirdim ve silahı kafasına dayadım fakat karşımda o kadar sakin, o kadar soğuk duruyordu ki insanı gerçekten deli ediyordu. Sanki onu vurmak hiçbir şeyi değiştirmeyecek gibiydi. Kahkaha atarak “Beni öldürmek gerçekten adalet mi?” diye sordu. Bu soru o kadar net bir cevaba sahipti ki düşünmeye bile değmezdi. “Seni öldürmeyeceğim, bizim kurşunumuz iyilere zarar vermez ama şeytanların maskesini düşürür.” diyerek karşılık verdim ve tetiği çektim. Vücudu bir anda yere doğru akmaya başladı, geriye sadece gerçek yüzü kaldı, geriye sadece kıpkırmızı bir şeytan kaldı. Bana doğru yaklaştı ve “İşe yaramayacak.” diyerek boynuma bir bıçak sapladı. Yere devrildim, gözlerim ağırlaşmaya başladı, karşı koymadım.
Uyandığımda yerde yatıyordum, karşımdaki askerler bana doğru silahlarını doğrultmuşlardı. Yanımdaki asker beni yakamdan tutarak ayağa kaldırdı ve karşıma geçti. Başımı kaldırdım ve kürsüye doğru baktım, şeytan oradaydı ve konuşmaya devam ediyordu. Haklıydı, işe yaramamıştı, şeytan olduğunu ortaya çıkarmıştım ama kimse bununla ilgilenmiyordu. İnsanlar onun şeytan olduğunu artık biliyordu ama değişen hiçbir şey yoktu çünkü insanlar onun şeytan olup olmamasıyla ilgilenmiyordu.
Şeytan suçlarımı saymaya başladı, “Lideri ifşa etmek, liderin gizli bilgilerini sızdırmak, devletin gizli bilgilerini sızdırmak ve karşı görüşte propagandalar yazmak.”
Saydığı her suçtan şeref duydum, kafamın içinden “Resmen kurşuna dizmişim şuna bak!” diye geçiriyor ve keyif oluyordum. Benim kurşunum iyileri öldürmez fakat onunki sadece iyileri öldürür. Buna hepimiz bir kez daha şahit olmak üzereydik.
Komutan “Nişan al!” emrini tekrarladı, yüzümde bir gülümseme belirdi, şeytan bana bakıyordu ve onu daha önce bu kadar öfkeli görmemiştim. “Ateş et!”
Abonelik
0 Yorumlar