Bir düğün hayal ettim. Sevinçten bükülmüş dudaklar, yalandan mutlu yüzler, annelerin çocuklarına keder arayışı. Kendimi bu topluluk arasında yabancı hissettim. Ya onlar mantar gibi bir yerden bittiler ya da ben başka bir dünyadanım. Aramda onlarla olan tek benzerlik, onların göremedikleri ile benim aklımın almadıkları. Nasıl uyuyan bir topluluk kalkıp oynayabiliyor, nasıl içi ağlayan bir damadın yüzü gülüyor, nasıl gözü yaşlı bir gelinin kalbi zafer naraları atabiliyor?
Yürüyüşümü sürdürdüm. Yorucu bir günün ardından sokaklarda aylak aylak dolaşmak gibisi yok. Karanlık korkuma inat en kuytu köşelere gidiyorum. Birkaç tinerciyle ahbap olduk bile:
-Oo Ahmet Bey! Sofrayı kurmuşsun gene.
-Sorma sorma. Cebimdeki son parayla aldım şu elimde gördüğünü. Varsa bi’ beş lira be abi!
-Ah siz var ya siz, hiç bitmez yalanınız…
-Ne dedin abi?
-Yok bir şey, al on lira.
-Sağ olasın abi.
-Haydi, Allah’a emanet.
Şaşırtıcı! Bir tinerciye göre fazla düzgün konuştu. Normalde ağzından küfür eksik olmazdı Tinerci Ahmet’in. Cuma ya bugün ondan olsa gerek. Bu civarda beş altı tinerci tanırım -bir tanesine el sallıyorum şimdi- vakit namazlarını kılmazlar, oruç tutmazlar. Ama cuma ile bayram namazlarını hiç sektirmezler, hele bayram namazında nereden buluyorlarsa tertemiz birer takım giyip gelirler. Kiminin pantolu kısa, kiminin gömleği renk atmış olur. Ama gene de mahalledeki halleri ile karşılaştırılamaz. Değişik insanlar.
Yorucu bir gün demiştim, evet, bedenen yorucu. Bir düğün davetiyesi bastırmaya gitmiştim amcamın oğlu adına. Meşgul adam n’apsın, vakit bulamıyor. Matbaa da taa karşıda, Beyoğlu’nda. Haftaya bir de teslim almaya gideceğim. Matbaa sahibi iri kıyım bir adam. Boy en az bir seksen, yüz yirmi kilo muhteviyat. Dükkânda bir oraya bir buraya koşturuyor. İşi sağlam, müşterisi bol, muhabbeti tatlı. Temiz adam vesselam. Arayı soğutmayayım da işimiz düşerse bi’ güzellik yapar.
Ayaklarımı sürüyorum artık, bu kirli ruhumu taşıyamıyor bu etten direkler. Taşıyamıyor günahlarımı bedenim. Göz pınarlarım kurudu, yüzüm yok af dilemeye. Rahmetinden ümit kesilmez diyorlar ya Rab, kesmedim ama takatim tükenmek üzere. İşlediğim günahlar geliyor aklıma bir bir, ne gözüm yaşardı ne kalbim titredi. Bitmiş benim işim, mahvolmuş halim. Çoktandır kitap taşıyan merkeplerden biriyim, ümmette çok bulunur. Anırmak istedim bu boş, bozuk ve karanlık yollarda doyasıya. Merkebim ya, dayak atan çok olur.
Ama vazgeçtim. Korkum ya da çekinmem değil nedeni. Onun evinin önündeyim. Nedeni bu, onun evi. Siyah boyalı, siyah duvarlı, siyah kapılı ve siyah perdeli ev. Bu simsiyahlık içinde bahçesi, beyaz güllerle kaplı. Her şeye; kara, kışa, yaza, insana ve siyaha dayanan güller. İki katlı bu siyah devde sadece o yaşar ve bir aralar ben yaşardım. Geçmişten kalan seslerimizi duyar gibiyim. Bir koku getirdi rüzgâr, ondan mı güllerden mi bilinmez. Bir gül alıp gitmek istedim, ondan hatıra niyetine. Ama perdesi çekilmemiş, penceresi açık. Ölmemek için koşar adım uzaklaştım oradan.
Cebimden bir karanfil parçası alıp ağzıma attım, evden yeterince uzaklaşınca yavaşlayarak. On-on beş gündür bir öksürük tuttu ki sormayın. İyi geliyor karanfil, hem kokusu da güzel tadı da. Tadından birçokları nefret eder ama o acıyla tatlı arası, metalik bir tadı var ya onun, bayılıyorum nedense ona. Doğru ya da yanlış nereden kalmış aklımda bilmiyorum ama karanfil çiçeği ayrılığın simgesi diye biliyorum. Neyse, sırası değil şimdi.
Saat gece üçe geliyor ve beni uyku bastı bile. Ev diyemeyeceğim o dört duvara gideyim de kendime güzelinden bir kahve yapayım. Hatta güzelinden de olmasın; acı, yanmış olsa da olur. Uykunun haram olduğu kadar keyif de haram bana bu gece. Yarın büyük gün. Bu gece önemli bir yıl dönümüne gebe.
Sessiz çığlıklarımın cirit oynadığı daireye girdim şimdi. Oturma odasından bir ses geliyor. Bizim Fatih gene televizyonun karşısında uyuyakalmış. Televizyonu kapatıp bir battaniye getirerek koltuğa yatırdım. Kulağına eğilip ”Allah rahatlık versin.” dedim. Ses yok. Usulca mutfağa geçerek cezveyi ocağa koydum. Dolabın bir köşesindeki geçen aydan kalma kahveden koyarak pişirmeye başladım. Kahvenin bir taşım kaynamasını sabırla bekledim. Hafiften kokmaya başlayınca da fincana koyarak salona geçtim. Bir yudum, sonra bir yudum daha. Kahvem bittiğinde her zamanki gibi uykumu açmamıştı. Ama bir üç saat dayanabilirim sanırım.
Bir saat geçti. Ortalıkta ses seda yok. Kafa dinlemeye devam.
İki saat geçti. Dostumun horultu sesleri geliyor kulağıma.
Üç saat geçti. Güneş yavaş yavaş gökyüzünü kanatırken ben aklıma gelen bir kurguyu yazmakla meşgulüm. Ama zaman geldi. Kağıdı kalemi bırakıp koltuktan kalktım. Giyinip geldiğim gibi sessizce apartmandan çıktım. Elimde bir demet karanfil, boş sokaklarda yürümeye başladım.
Şehir siyah çarşafını sıyırıp atmış, ziynetlerini gösteren farklı bir kişiliğe bürünmüş. Ama benim bunlarla uğraşacak vaktim yok. Daha sonra sokaklar için methiyeler yazarım, şu an senede bir kez giriş iznim olan yere gidiyorum. Üç yüz altmış dört gün ölmemek için kaçtığım yere bugün ölmek için gidiyorum.
Siyah boyalı, siyah kapılı, siyah perdeli devin önünde durdum. Derin bir nefes aldım ve siyah kapıdan içeri girdim. Beyaz güllerin en büyüğüne doğru gittim, taş olanına. Üstünde yazılı:
“Abdullah eşi, Ahmet kızı Sema, Ruhuna el-Fatiha.” Altında da ironi gibi:
“Kavuşmak mı? Belki, daha ölmedim.”
En sevdiği cümleydi bu üstattan. Önümdeki güle zarar vermemek için yavaşça kendimi yere bıraktım. Yere düşmemle evin çatısından bir sığırcık sürüsünün havalanması bir oldu. Önümde pike yaparak güneye doğru uçtular ve gökyüzünü bir süreliğine kararttılar. Karanfilleri yavaşça toprağa, gözyaşımı yanağıma bırakırken aklıma annem geldi. Ne zaman sığırcık kuşları görse “Sığırcıklar kış geldi mi göçerler oğlum. Yakında yağmurlar başlar.” derdi. Yağmura gerek yok, ben toprağı ıslatıyorum zaten. Sahi, bayağıdır annemi de ziyaret etmiyorum. Buradan oraya geçeyim bari. Toprağını kurutmayalım…
Abonelik
2 Yorumlar
Eskiler