Ayfer ile 2010 yılının kışında tanıştım. Onun Sivas’tan Aydın’a uzanan hikayesini 2010 yılının o ilk soğuk aylarında dinledim. Yıllar geçti şimdi üzerinden; ne Ayfer’i unuttum ne onun hikayesini. Gerçi hikaye demeye bin şahit, onun anlattıkları bir destandan farksızdı adeta.
İstanbul’daki yorucu tempodan bunalıp da anneannemin yanına gitmeye karar vermiştim. Kafamı dinleyecektim. İstanbul’dan ne zaman yorulsam Ege’ye kaçardım. Ege’ye kaçmak hep iyi gelirdi. Yine yanıma birkaç parça eşya alıp uzunları yakmıştım. Sığınağıma gidiyordum.
Anneannemin yanına geldiğimde, her zamanki gibi karşıladı beni. Ayfer’i de ilk orada gördüm. Ufak tefek ama çok güzel bir kızdı. Çiçekli koyu renk elbisesi neredeyse ayak bileklerine kadar uzanıyordu. Başında işlemeli bir yazma vardı. Bembeyaz teni vardı, adı gibi… Ay ışığı gibi güzeldi Ayfer. Gülümseyerek selam verdiğimde ona, o da ürkek bir bakışla selamladı beni. Hemen elimdeki çantaları almaya yeltendi. Onu ilk gördüğümde komşu kızı veya misafir olduğunu düşündüm. Ayfer çantaları elimden alıp evin iki odasından birine taşırken anneannem kulağıma eğilip söyledi:
“Kızım, bu eşyalarını alan kızım Ayfer. Burada, benimle yaşıyor. Gözünü seveyim soru sorma da incinmesin kızcağız. Ben sana uygun bir vakit geldiğinde anlatırım.”
Anneannemi başımla onaylayıp Ayfer’in peşinden gitmiştim. Anneannemin küçük evinin küçük odasına taşımıştı eşyalarımı. Hiç konuşmuyordu. Başı hep önündeydi Ayfer’in. Anneannemle aralarında tuhaf bir iletişim vardı ki bu içimdeki merakı arttırdıkça arttırıyordu. Bakışlarıyla anlaşıyorlardı. Tek kelime etmeden. Oysa benim kafamda onlarca soru vardı. Kimdi ki bu kız? Neden anneannemle yaşıyordu ve ben buraya gelene kadar adını bile duymamıştım? Üstelik neden incinecekti ki ben ona kim olduğunu sorunca? Buralı değildi, belli. Hem çocukluğum burada geçti benim. Ayfer buralı olsa bilirdim. Gözlerinde uzak yolların hasreti vardı. Bulduğu her fırsatta camdan dışarı, uzaklara dalan gözlerinde derin bir hasret vardı. Bunu kilometrelerce öteden baksanız görürdünüz. Bu yabancılığın, ürkekliğinin altında yatan kocaman bir özlem vardı. Ayfer söylemezdi bunu, siz onun yüzüne baktığınız an yüzünden anlardınız.
Her akşam, evdeki üç kadın da uyumak için odasına çekildiğinde, bilirdim ki Ayfer onu gördüğüm ilk günden beri elinde olan o eski basım kitabı okurdu. Hasretinden Prangalar Eskittim. Başımı yastığa koyduğumda düşünürdüm: ”Acaba Ayfer şimdi Ahmed Arif’in hangi dizesinde dalıp gitmişti yine uzaklara?” Yazmasını çıkarır, pencerenin önüne otururdu. Perdeyi hafif aralayıp uzaklara bakarken okurdu bu kitabı. Su almak için odamdan çıktığımda görürdüm onu. Beni görünce utanır, yine başını eğerdi. Gidip konuşmak isterdim onunla ama onu dalıp gittiği dünyadan koparmaya da içim hiç gitmezdi. Benim başım yastığımdayken uzunca bir sessizliğin ardından duymaya başlardım nihayet Ayfer’in sesini. Her gece ama her gece aynı türküyü söylerdi:
“Sivas ellerinde sazım çalınır
Çamlı beller bölük bölük bölünür
Yardan ayrılmışam bağrım delinir
Katip arzuhalim yaz yare böyle”
Sonra da koltuğun o kısmında başı ağırlaşır, uyur kalırdı. Ben neredeyse yirmi gün kaldım orada. Bir kere bile Ayfer’in rahat uyuduğunu göremedim. Gitmeme birkaç gün kala öğrendim bu altın saçlı kızın hikayesini.
Ayfer, yirmi birine yeni basmış anneanneme geldiğinde. Daha doğrusu anneannem onu bulduğunda… Sivas’ın şimdi adını hatırlamakta zorlandığım bir köyünde, iki kız kardeşinin ablasıymış Ayfer. Hani şu küçük kızların okutulmadığı ama başlık parası karşılığında dedeleri yaşlarındaki adamlara gelin edildiği, namus ve ahlakın küçücük çocukların sırtına yüklendiği ama o koca adamlara işlemediği köyler olur ya, öyle bir köymüş. Bir de abisi varmış. Köyünden dışarı hiç çıkmamış. Bizim o şehir trafiğinin arasında; aklımızdan çıkıp giden ancak bir dram filminde görebileceğimiz şartlarda büyütülmüş Ayfer. Ne okula gidebilmiş ne de onun yaşındaki kızların yapabildiği diğer şeyleri yapabilmiş. Ama o kadar istemiş ki okula gidebilmeyi, içindeki istek sayesinde gidemiyorsa da kendi kendine öğrenmiş okuma yazmayı. On altı yaşındayken… Sonra da kardeşlerine öğretmiş.
İşte Hasan’ı da o yaşındayken tanımış. Köylerinin öğretmeninin, Görkem Hanım’ın, erkek kardeşiymiş Hasan. Hasan o dönemlerde okula gittiği için, köye çok nadir gelirmiş. Hasan evde olmadığı zamanlarda Ayfer’in annesi pişirdiği yemeklerden öğretmene de gönderirmiş Ayfer’le beraber. Ama Hasan köydeyse eğer, yemekleri Ayfer’in abisi götürürmüş. Uygun olmazmış Hasan evdeyken Ayfer’in kapıya gitmesi. Ayfer her gittiğinde, Görkem Hanım onu içeri davet edermiş. Ayfer’in uzun uzun sohbet ettiği tek insanmış Görkem Hanım. Bir de bunları anneanneme anlatırken konuşmuş, sonra da ağzını açmamış bir daha. Okumayı öğrenmesinde Görkem Hanım’ın desteği de epey büyükmüş.
Ayfer’in yılları, ona söyleneni yapmakla geçmiş. Küçücük bir çocukken kocaman bir kadın sanılan, onca çocuğun büyürken aldığı yaraları biriktirmiş hep içinde. Fakat kimse, insani duyguların en karşı konulamazını, aşkını, içinden alamamış onun. Hasan’a aşık olmuş Ayfer. Gözlerine bakmaya cesaret edemediği birine, her genç kızın hakkı olduğu gibi, sessiz sedasız aşık olmuş. Yılları, pencerenin arkasından Hasan’ı izleyerek geçmiş. İki günlük tatilleri günlerce beklermiş Ayfer, onu bir kere görebilmek için. Fakat hisleri karşılıksız değilmiş. Ayfer’in onu ilk kez görmesinden dört yıl sonra, Ayfer yirmi yaşındayken Hasan kapısını çalmış Ayfer’in. Elinde bir kitap ve Ayfer’in annesinin götürdüğü yemeklerin tabakları; kitabı Ayfer’e uzatmış: Hasretinden Prangalar Eskittim.
“Bu kitap senin için.” demiş Ayfer’e. Ayfer teşekkür bile edememiş. Odasına kapanıp kitabını herkesten saklamış. Bazı sayfalara karanfil bırakmış Hasan. Ayfer’in bu ilk kez tanıştığı duygular, elini ayağına doluyormuş. Anneanneme bunları anlatırken tam bu kısımda ağlamış yalnızca. Güzel bir tebessümle… O ilk günkü heyecanını görmüş anneannem Ayfer’de. Ayfer’in şu kısacık hayatının en güzel anıymış o kapı eşiğinde yaşanan birkaç saniye. Arkasından da zaten pek güzel bir şey olmamış. Bundan bir süre sonra, Görkem Öğretmen’in köydeki görev süresinin dolduğu, artık başka yere taşındıkları konuşulmaya başlanmış. Ayfer de şimdi hâlâ, yıllardır o kapı eşiğinde Hasan’ı görüşünün son görüşü olmasının acısını taşıyor yüreğinde.
Bu son görüşünün üzerinden birkaç ay geçtikten sonra, Ayfer’in hiç beklemediği bir şey olmuş. Ellisini çoktan devirmiş bir müteahhit, Ayfer’le evlenmek istemiş. Babasına dudak uçuklatıcı bir miktar teklif ettiğinde kabul etmiş. Fakat Ayfer korkmuş. Topraklarını bırakmaktan, kardeşlerini bırakmaktan, yüreğinde başka bir adamın sevdasıyla yaşlanmaktan korkmuş. Ayfer çok yalvarmış. Çok direnmiş evlenmemek için. Kimse duymamış onu. Onun ailesine sığınmak istediğini kimse görmemiş. Ayfer ölmeyi göze almış. İstemediği hayattan kaçmak için sahip olduğu her şeyden vazgeçmiş. Yanına yalnızca kitabını ve onu ancak otobüse bindirmeye yetecek parasını alıp çıkmış evinden. Günlerce yürümüş. Nereye gideceğini, ne yapacağını bilmeden günlerce yürümüş. Peşine düşülmesinden korkmuş. Öldürülmekten korkmuş. Yaşamak için bildiği her şeyden vazgeçmek zorunda kalmış. Bindiği ilk otobüsle Aydın’a gelmiş.
“Hani hatırlarsın belki, üç yaz önceydi. Senin yanından dönüyordum. Otogarda gördüm işte Ayfer’i. Annesini kaybetmiş, küçücük bir kız gibi elindeki o kitaba sarılmış ağlıyordu. Buralı olmadığı da belliydi. Gittim hemen yanına. Kimi kimsesi olmadığını öğrenince Ayfer’i de aldım evime getirdim. Ateşler içinde yattı günlerce. Adını bile söyleyemiyordu. Tek bildiğim onun hakkında, burada kimsesi yoktu kızcağızın. Gidecek yeri de yoktu. Şu koskoca ülkede, şu kız kendine bir yer bulamamış, buralara kadar savrulmuştu. Yanından hiç ayrılmadım. Yeni doğmuş bir bebek gibi, o iyileşene kadar başında bekledim. Defalarca gitmek istedi. Defalarca uykusundan kan ter içinde uyandı. ”Beni bulurlar, gitmem gerek.” diye en olmadık zamanlarda ayaklandı. Ama bırakamadım onu. Günler süren sessizliğinden sonra, bir gün her şey dilinden dökülüverdi sanki. Ailesini, yaşadığı yeri, Hasan’ı, Görkem Öğretmen’i anlattı. Onu dinledikçe benim de içimden bir parçam oldu Ayfer. Gönderemedim. O da sevdi beni. Bazı akşamlar gelir dizime bırakırdı kafasını. Kız kardeşlerinin saçlarını aynı benim, onun saçlarını sevdiğim gibi sevdiğini anlatırdı. Üç yıl, birlikte yaşadık burada. Bu evin kızı oldu artık o. Acısını göğsüne gömdü. Evim dediği toprakları bırakıp buraları evi bildi. Tüm bunları bir kere konuştu benimle. Belki de hayatı boyunca son kez konuştu, kim bilir?”