Aşkın geçmişten günümüze filozoflar, düşünürler, psikologlar, yazarlar, şairler kısacası hayatın her kesiminden insanlar tarafından birçok tanımı yapılmıştır. Hakkında birçok şarkı, türkü yazılmış birçok kitap basılmıştır. Aşkın bu kadar çok tanımlanmasının sebebi ne olabilir? İnsanların hayatlarının çeşitlilik göstermesi ve aşkın da hayatlar çevresinde gelişmesi mi? Yoksa duygusal yapılarındaki ve karakterlerindeki farklılık mı? Platon’un aşk tanımı için “Şölen Diyalog”u diyebiliriz. Freud , “Aşk yoktur, libido vardır.” der. Âşık Veysel ise “Seversin, kavuşamazsın aşk olur.” şeklinde açıklamış aşk kavramını. Bunlar aşkın bilinen örnekleri ve tanımları. Oysa çoğu insanın tanımlanmamış aşkları vardır hayatlarında.
Aşka, stresli bir pazartesi sabahında karşılaştığınız iki insanın gözlerinde de rastlayabilirsiniz ya da otobüs yolculuğu esnasında da. Doğada iki kelebeğin senkronize dansını izlerken de rastlayabilirsiniz veyahut gece bir şarkı dinlerken YouTube yorumlarında da. Sahi öyle ya, insanların müzikle beraber gelen duygu yoğunluğu ile yazdığı yorumlar bazen kalite kokabiliyor. Belki de siz de müzik etkisinde okuduğunuz için size öyle gelebiliyor. Harfleri büyük-küçük karışık olarak yazılan “Deliye sormuşlar aşk nedir? diye, beni bu hâle getirendir demiş.” yorumu da aslında bir bireyin aşk feryadı ve tanımıdır. Kendisini deli ettiğini daha iyi nasıl anlatabilirdi ki? Aşk, eğer gerçek aşksa insanı deli edendir. Hasan Durak’ın “Ekin Ektim Arguvan’ın Düzüne” türküsünde, “Dama çıktım dam başıma dönüyü, görenler de beni deli sanıyı” kısmı da bu sözün Anadolu’daki ve biraz daha eski tarihteki ifade ediş biçimidir.
Aşk kaostan beslenir. Zaten insanın delirme nedeni de bu kaotik ortamdır. Hasret içeren kavuşmalar bile insana daha tatlı gelirken bir de imkânsız düşünülene kavuşma arzusunu insan nezdinde düşünsenize? İnsan kendine amaç arar, elde ettiğinin nankörüdür. Dostoyevski’nin Budala adlı eserinde “Kolomb Amerika’yı ararken mutluydu, bulduğunda değil.” şeklinde bir ibare geçer. Bu da aynı arzulama durumudur. Merak ve amaç insanı peşinden sürükler. İnsan merak eder. Dünyaya o kişi ile tekrar gelmiş olsa neler olabileceğini merak eder, onu merak eder. Çok çılgınca şeylere sebep olabilecek bir merak duygusudur bu. Flaubert de aşkı merak olarak tanımlar. İnsanın sevilme çabasıdır. Bir hastalıktır aynı zamanda. İnsanın dengesini yerle bir eden bir hastalık. Nedensizdir, yersizdir. Kime, nerede, nasıl âşık olacağınızı bilemezsiniz. Buna aşkın nedensizliği diyebiliriz. Birbiri ile tam tezat insanların da âşık olduğu çok sık rastlanılan bir durumdur. Bunun nedeni yine insanın kendinde olmayanı arama çabasıdır. Zaten kendinden bildiği bir şeyi neden merak etsin ki insan? Daha sonra bu durumlar filmlere, aşk hikâyelerine konu olur aslında aşkı yaratan şeylerin bu zorluklar olduğu bilinmeden. Bu engellerin ilk sıralarında “gurur” denen faktör de devreye girer. Bu engeller aşkı daha cazip kılar, aynı kuralları çiğnemenin çoğu insana daha cazip gelmesi gibi.
Dışarıdan bu durumları yaşamayan insanlar için veya daha az duygusal yoğunluğa sahip olanlar için çevresindekilerin yaşadığı aşk onlara abartı gelir. “Sendeki de dert ha!” gibisinden yorumlar duyabilir insanlar. Fakat gerçekten öyledir. Aşk mübalağa sanatıdır. Abdurrahim Karakoç’a “Lambada titreyen alev üşüyor, aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban” imgesini yaptıran, bu dizeleri yazdıran aşktan başka ne ola ki? Şiirin atfedildiği insanın gerçekten adının Mihriban olup olmadığını bilemememiz bile aşkın gücünün sadece abartı sanatı ile anlatılabileceğini kanıtlamaz mı? Ahmed Arif’in Leyla’sına mektup gönderebilmek için hamallık yapması, aşkın gücünün ne kadar büyük olduğunu göstermez mi? Belki de bu aşkların bu denli büyük olmasını sağlayan, onların hikâyelerinin mutlu sonla bitmemiş olmasıydı.
Jane Austen’in “Aşk ve Gurur” adlı romanında “Kendimi, senin hakkını hiçbir zaman verememişim, seni hak ettiğin kadar sevememişim gibi hissediyorum.” şeklinde bir cümle geçer. Bu aşkın yaşanmışlığının, insanın belirli zaman sonra kendinden bile şüphe etmesine neden olacak kadar güçlü olduğunun en güzel örneklerindendir. Sevgi olarak ifade edilmiş olsa da burada biz bu düşüncenin sağlıklı bir psikolojiye ait olmadığını anladığımızdan aşka ait olduğunu biliyoruz. Çünkü sevgi ve aşk farklı kavramlardır. “Sevgide masumiyet, merhamet, sadakat, şefkat ve dürüstlük vardır. Aşkta ise tutku, ihanet, şehvet, strateji hatta nefret bile vardır. Sevgide gözyaşı dâhi masumane akar, aşkın gözyaşı bile kirlidir. Sevgi aşktan üstündür, aşk ise sevgiden güçlü.” Vefa ve sevgi, üzerine hayat kurulacak duygulardır ama aşk asla öyle değildir. Aşkın sağı solu belli olmaz. Selvi Boylum Al Yazmalım filminde olduğu gibi ne kadar İlyas’a âşık olsan da birliktelik emek veren Cemşit’in hakkıdır. Kısacası, “Sevgi iyilikti, dostluktu. Sevgi emekti.”.
Her hayatın yaşanmışlığı farklı olduğu gibi aşkları da farklıdır. Aşk insan için izlerin daha sonradan oluştuğu parmak izi misalidir. İzler sizin yaşantılarınız sonucu oluşur ve sizi farklı kılar. Burada birçok aşk tanımından bahsettik. Bana göre en yakın aşk tanımı Âşık Veysel’in de dediği gibi “Seversin, kavuşamazsın aşk olur.” şeklinde. Peki ya sizin aşk tanımınız hangisi?