-Aslında haklısın ama… Ama bir de şu taraftan bakmak lazım…
‘’İkimiz de bal gibi biliyorduk şimdiye kadar o taraftan bakmadığını. Sadece muhalefet olmak için, konuşmak için, kendinin de kayda değer fikri olduğunu kanıtlamak için atıyorsun ortaya ‘şu taraftan bakmak lazım’ saçmalığını. Belki benim dediğimi dinlememiş bile. Sadece konuşmanın sırasını beklemiş. Lafa girecek bir soluk avlamış sırtlan gibi. Tek bir nefes alma molasında kendinde bunu yapma hakkını görmüş. Bilmem belki de bende sıkıntı var. Ne de olsa kendi başıma konuşmuyorum. Hoş… Kendi başıma konuşurken de lafımı kesiyorum. Kafamı sallayayım arada. Kısa gülümsemeler atayım. Biraz dinlenmeye değer olduğunu hissetsin en azından. Yoksa hepten kötü biri olacağım.’’
-…değil mi ama? Senin eksiğin bence bu…
-…
‘’Napsam acaba? Hiç polemiğe girmeden kafamı sallasam dinlemediğimi anlar mı? Onaylanmak mı hoşuna gider yoksa karşılık beklemek mi? Sessiz kalırsam kendisini galip olmuş gibi düşünecek. ‘Ben işte şu adamın bile düşünemediği şeyi düşündüm.’ diyecek ve dudak uçları belli belirsiz kıvrılacak. Ama kıvrıldığını göstermekten imtina edecek. Çünkü böyle bir durumda açıkça gülümsemek kendini beğenmişlik olur. Sadece fark ettirme yeter. Sessizce gül işte. Dudak kenarlarının kıvrımlarında, o büyük egon kahkaha atıyor, haberin yok. En iyisi ‘Olabilir.’ diyeyim. Standart bir cevap. Bir de üstüne kafamı sallarsam daha da inanır. Ama şunu unutmayayım. Gözümü yere doğru devirirken eş zamanlı derin bir nefes veriyorum. O hareket var ya… Bütün ‘onaylama’ prosedürünü sıfırlıyor. Nefes alıp vermek için yanlış bir zamanlama.’’
-Olabilir. Haklı olabilirsin.
-… evet. Şey… Öyle. Aslında biliyor musun?..
‘’Şimdi nefes verebilirim. Ohhh… Ben ne ara geldim buraya, kim getirmişti? Aaa tabii ya, arkadaşımın büyün ısrarları sonucu görüşeyim demiştim arkadaşımın arkadaşı ile. Hadi hadi, kendine yalan söyleme şimdi. Sen de istiyordun. Hoşuna da gitmişti. Teklifin üzerine hemen atlamamak, çok istekli olduğunu göstermemek için de birkaç defa yalandan ‘Yok yaa…’ demiştin hatta. Benliğini saklamak için oynadığın oyunları ne ara unuttun? Dur kafanı salla, sallamazsan dinlemediğini anlar. Salla.’’
-Bunu daha önce duymuş muydun? Ben de daha geçenlerde duydum. Instagram’da karşıma çıkmıştı da. Sana da atayım istersen?
-Yok, ben duymadım. Ben Instagram kullanmıyorum ya…
”Bunu söyledin de ne oldu şimdi? Kendini besbelli yücelttin. ‘Ben o tür boş işlerle uğraşmıyorum da… Onların hepsi zaman kaybı… Sosyal medya üzerinden herkesi bir kalıba sokuyorlar. Sanıyor musun ki oradaki herkes öyle mutlu? Ben herkes gibi değilim.’ falan filan. ‘Ben Instagram kullanmıyorum ya.’ Bu dört kelimeye binlerce kendini beğenmişlik, yüceltme, iltifat sığdırmışlar. Ben boş işlerin adamı değilim. Hah güleyim bari. Eve gidip de Youtube’da en saçma videoları boş boş izlerken n’oluyor peki?”
-Yok artık, gerçekten mi? Çok güzel ya, seni tebrik ediyorum valla. Bu zamanda Instagram’ı olmayan kişi artık çok az. Ben de bir ara bırakmayı düşünüyorum. Aslında daha üç ay oldu kapattım ama dayanamadım işte…
‘’Ne oldu? İlk kez bu kadar dinledin karşı tarafı. Ama kendi payına düşen iltifatı alınca ilgin de kesildi. Sen böylesin işte. İltifatın, yüceltilmenin köpeği… Beş damla kan isen bunun dört damlası iltifat açlığı… Bu arada artık cevap vermen lazım.’’
-Aslında bir defa açtın mı hiç kapatasın gelmiyor. O yüzden ben de hiç Instagram hesabı açmamaya çalışıyorum. Açarsam belki ben de hiç kapatamam diye korkuyorum yani.
‘’Laf oyunları… Kendini iradesiz olarak tanımla, sonra da bir övgü daha kap. ‘Yok ya ben onu dahi yapamıyorum, şu an sana imrendim. Ben daha iradesizim galiba.’ bunu diyecek. Adın gibi biliyorsun. Kendisini küçümseyecek ve küçük, acıklı bir bakış atacak sana. Senden telaşlı bir ‘Yok yaa, iradesiz değilsin.’ demeni bekleyecek. Hadi yine kaptın övgüyü. Aman kıvrılmasın dudak kenarların. Zira ayıp… kendini beğenmiş derler sonra.’’
– Hayır ya… Ben onu da yapamıyorum ya. Kapatsam bir hafta sonra tekrar açıyorum. Instagram’ın kölesi olmuşuz, haberimiz yok….
-Öyle öyle…
‘’Kafenin duvarlarını tarıyor gözleri. Sıkılmış ya da konu bulmaya çalışıyor. Arada elleri boynuna gidiyor. Bir kitapta okumuştum. Boynuna götürülen eller, kişinin stresli olduğunu, düşündüğünü gösterirmiş. Bir de üstüne önündeki yarım bardak çayı da içerse boğazının kuruduğuna kafamdan karine gösterebilirim. Kitapta boğaz kuruluğunun da stresten kaynaklı olduğu yazıyordu. Zaten çoğu öğrenci de derste söz hakkı alıp konuştuktan sonra su içerler. Bu su içme hareketi, ya karşı taraftan soru veya cevap gelirse diye ek düşünme zamanı kazandırır ya da stresten dolayı boğazını ıslatma çabasıdır. Komik gelir bana öğrencilerin bu tavrı. Genellikle gözleri hâlâ tahtada ya da hocada olur. Şişenin üst tarafından bakarlar. Bu ‘’Ben hala cevap vermeye hazırım, konu ile ilgiliyim.’’ demenin bir başka yoludur. Sefil oyunlar, küçük zaman kazanma çabaları… Bir dakika, yine konu konuyu açtı. Nereden geldim ben buraya… Hah çay içiyordu çay… Ve en sonunda o soğuk çayı içti. Soğuk olduğunu bile bile içti. Ağzında son kalan o sıcak çay tadını alıp götürmüştür kesin. Bir de dibinde biriken çay demleri diline ve damağına yapışmıştır. Benim çayım da kesin soğumuştur. Kalsın bari, içmeyeyim. Karşı tarafta bir hareketlenme var sanki…’’
-İşte öyle… Ben yavaştan kalkayım o zaman. Yarın hoca, sınav yapacağım dedi bir bakayım konulara. Sizinle tanışmak ve konuşmak bir zevkti.
– Aa… benim için de bir zevkti. Güzel bir konuşma oldu. Sınavınızda da başarılar.
-Teşekkürler…
‘’Güzel bir konuşma mı oldu? En çok kendinle konuştun be… Dipte kalan çay gibiydi bütün sohbet. Soğuk ve acı. Güzel konuşmaydı diyor bir de. Bari şu yarım kalan çayı iç de hak geçmesin.’’
‘’Evet. Soğumuş. Buz gibi, acı. Demli…’’