Bir zamanlar, öykünün çok ilerisinde;
Bir insan; saçları ağarmış, göz altları şişkin ve çizgili yüz hatlarına sahip… Titreyen elleriyle doldurduğu beş litrelik su şişesini çeşmenin musluğundan ağır ağır çekiyor, musluğu kapatıyor. Lakin şişenin kapağını kapatmıyor, zaten nerede olduğundan da bihaber. Yürüdüğü taş zeminde su çalkalanırken bir yandan dökülmeye de başlıyor. Aldırış etmeden yürüyor yabancı. Yavaşlıyor, ilerideki kalabalığa; ağlayan insanlara ve ağıtlara ilişiyor gözü kulağı. Renkli taşların süslediği bir mezar, ne hoş; sanki ölüm güzel bir şey gibi… Bir çocuk olmalı bu ölümün sahibi diye düşünüyor yabancı. Annesi diye tahmin edebileceği bir kadının ağıtları koskoca mezarlığı inletiyor. Aldırış etmeden yoluna devam ediyor daha hızlı, daha hararetli şekilde. Su neredeyse yarıya inmiş lakin umurunda değil!
Yavaşlıyor, 14. sokak yazılı küçük, eski püskü tabelanın olduğu aradan giriyor. Büyükçe bir aile mezarlığı. O yarıya inmiş suyu damla damla yetirmek istiyor her birine. Annesinden başlıyor. Dalları kurumuş, yaprakları üstünde çürümüş bir mezar. Oysa o çiçekleri diktiği günü hiç unutmuyor bu yabancı. Babası, sonra seneler önce kaybettiği eşi. Hepsine yetiriyor o yarıya inmiş suyu. Düşünüyor, düşünceler yabancılaşmış artık. Kendi de yabancı bu dünyaya. Dünyanın en acı şeyi belki de, ölmeden unutulmak. Tanınmamak, bilinmemek. Oysa bu yaşlı başlı insanın da gençlik yılları olmuştu. Bu insan da çok ortam görmüştü.
Tanıdıkları arasında ne çok ölen, ne çok sefalet içinde yaşayan, ne çok güllük gülistanlık hayat sürdüren vardı. Lise arkadaşları, üniversite arkadaşları. Belki hep gittiği için tanıdığı o samimi kafenin garsonları… Şimdi hiçbiri tanımıyordu onu. Baktı mezarlara, unutulmuştu bu insanlar. Herkes unutulacaktı. Unutulmamış bir yaşamı olmayan basit insanlardı. Ölümlerinden yıllar sonra bile müzikleri dinlenilen, kitapları okunulan, yapıtları ziyaret edilen, ismi anılan insanlar değillerdi.
Biraz önce annesi başında ağıt yakan o genç, küçücük çocuğu düşündü. O da unutulacaktı. Bundan belki çok uzun zaman sonra, annesi babası eklenecekti yan mezarlara. Sonra kaldıysa teyzeler amcalar ziyaret edeceklerdi. Ancak ne kadar sürecekti ki bu? Hepsi mezara girecek, hepsi hazin sonu tadacaktı. Hepsi, herkes unutulacaktı.
Yabancı, mezarlara baktı. Toprağın altındaki unutulmuş hayatları düşündü. O hâlâ nefes alabiliyordu ancak değişen ne vardı ki? O da unutulacaktı. O da çocuk olmuştu; ip atlamış, top oynamıştı. Belki teknolojiyle iç içeydi. Gezmeyi seven, okumayı seven bir insandı. Ailesiyle vakit geçirirdi, sevgilisi olurdu. Arkadaşlarıyla kafelere giderdi, günübirlik turlar yapardı. O da insan oldu, o da nefes aldı. O da yaşadı.
Kalktı yerinden yabancı, bir kez daha çeşmeye gitme ihtiyacı hissetti. Bir yandan düşüncelerini doğrulamak istiyordu. Hızlı adımlarla çıktı, ilerledi, renkli taşların olduğu mezara baktı. Kimse kalmamıştı. Aylarca ağlanacak, ziyaretler yapılacaktı. Ancak şu an kimse yoktu. Biliyordu yabancı, henüz çürümemiş o küçücük bedenin biraz yanında yıllar önce ölmüş olan yaşlı bir insanın bedeninden farkı kalmayacaktı. Ve sonra bir gün kimse o renkli taşlı mezarı ziyaret etmeyecekti. Unutulacaktı.
Yabancı, çeşmeye gelmişken su şişesini unuttuğunu fark etti. Geri döndü, ağır adımlarla ilerledi. 15. sokaktan girdi, annesinin, babasının ve eşinin yanındaydı. Oysa onların mezarları kupkuruydu, daha yeni su dökmemiş miydim, diye düşündü yabancı. Hem kenarda köşede su şişesi de yoktu. Yanlış araya gidip yanlış mezarlara su dökmüştü. Güldü kendi kendine, annesinin mezarındaki kurumuş çiçeklere baktı. Evet gerçekten diktiği zamanı hatırlıyordu. Oysa az önceki mezar da tıpa tıp aynı böyle görünüyordu. Garip, diye düşündü yabancı. Belki de her şeyiyle farklı iki insan, lakin toprağın üstünden bakınca aynılar değil mi?
Öykünün gerisinde,
Belki de bu insan sen, belki de bendim.